31 Temmuz 2008 Perşembe

Postmodern Kuşku ve Eğitim Felsefesi [i]


Nicholas C. Burbules / Çeviren: Bülent Akdağ

Postmodern akımların eğitim felsefesi açısından önemini belirleme ve değerlendirme çabaları çoğunlukla postmodernizmin ne olduğu sorusuna takılıp kalmıştır. Bunun nedenlerinden biri; postmodernizm ile modernizm arasındaki sıradışı ilişkiyi kavrayamamış olmalarından dolayı, postmodernizmi savunanların ve eleştirenlerin bazı önemli noktaları göz ardı etmesidir. Dikkate alınmayan bu noktalar gerçekte, eğitim konusundaki görüşlerimizi yeniden şekillendirebilecek niteliktedir.
İlk sorun, postmodernizmin belirgin bir kuramsal tavır değil, birbirinden oldukça farklı felsefi kuramları bünyesinde barındıran bir düşünsel akım olmasıdır. Postyapısalcılık ya da dekonstrüksiyonizm sık sık postmodernizm ile eşanlamlı olarak kullanılır [ii], oysa Fenomenoloji, Eleştiri Kuramının bazı yönleri, Hermeneutik, bazı Feminizm görüşleri, Yeni-Aristoculuk, Yeni-Faydacılık ve Post-Analitik Felsefe de postmodern olarak adlandırılmaktadır. Wittgenstein (anaokulu öğretmenliği sonrasında), Foucault, Heidegger, Cixous, Habermas, Nietzsche, Haraway, Levinas, Davidson, Spivak, Derrida, Gadamer, Benhabib, Butler, Rorty, MacIntyre, Putnam, West, Fraser ve elbette John Dewey gibi birbirinden son derece farklı görüşlere sahip filozof ve kuramcılar da bu akım çevresinde yoğunlaşmıştır. Bu farklı görüşleri bir arada tutan bağa dayanarak bazı genel tezler oluşturmaya ya da hepsinin paylaştığı bir ortak tartışma zemini bulmaya çalışmak faydasızdır.
Dahası, bu yazarların çoğu, görüşlerini postmodernizm başlığı altında tanımlamak konusunda isteksizdir ve bazıları da bunu açıkça reddeder (tabii birkaçı da postmodernizm kavramından önce yaşamıştır). Yukarıda adı geçenlerin hiçbiri (bildiğim kadarıyla) postmodernizmin genel bir özetini vermeye çalışmamıştır, oysa postmodernizm karşıtlarının sık yaptığı birşeydir bu: postmodernizm, Aydınlanmanın reddidir, gücün bilgiye, dile ve ahlaka dair kuramlarımıza nüfuz etmesidir; akılcılık karşıtıdır; kökten bir toplumsal yapılanmayı önerir, sıradanlığa değil ayrıcalığa önem verir, toplumsal (ve doğal) gerçekliğin bilinçli bir şekilde oluşturulmasıyla ilgilenir; öznenin merkeziyetçiliğine karşıdır, kimlik kavramının değişkenliğini vurgular ve buna benzer pekçok şey sayabiliriz. Ancak, yukarıda belirtilen yazarlar bu iddiaların karşısında birbirinden farklı tutumlar takınır ve bazıları da bu iddiaları oldukça tuhaf bulurdu.
Belki de burada sadece Wittgenstein tarzı bir benzerlik söz konusudur; belki hepsinin ortak savunduğu bir tezler bütünü yoktur ama bu filozoflar birbirinin aynı olmasa bile oldukça benzer görüşlere sahiptir. Esas noktadan uzaklaşmış olacağız ama aslında daha da çarpıcı bir önerim var: postmodernizm bir tezler bütünü olarak tanımlanmamaya direnmektedir ve postmodernizmi tanımlamanın en iyi yolu onu sadece “modern” olan herşeyin reddi ve yalanlanması olarak görmek değildir. Postmodernizm sanıldığından çok daha esnek ve karmaşıktır ve bana sorarsanız postmodernizm hakkında olumlu ya da olumsuz yorum yapanların çoğu bu kadar çekici kılan noktanın ne olduğunu görememektedirler.
Postmodernizmin en sık kullanılan tanımını, sanıyorum ki, Jean-François Lyotard yapmıştır: “Son derece basitleştirilmiş haliyle, postmodernizmi üst-anlatılara karşı olan inançsızlık olarak tanımlayabilirim.”[iii] Herkes bu tanımdaki üst-anlatı kavramına odaklanmaktadır; yani doğru, değer ve gerçeğin genel ve kapsamlı bir tanımını yapma çabasına... Postmodernizm bunun olasılığını kabul etmez ve Batılı geleneklerin kucak açtığı bu tek yanlı ve diğerlerinin üzerinde hakimiyet kurma isteklisi görüşü reddeder. Bu tanımdaki anahtar sözcük “inançsızlık”tır – etkileyici ve beklenmedik bir sözcük. İnançsızlık bir inkar, red, kabul etmemeden çok “inanmama” anlamını taşır. Bu farklılık postmodernizmin en ayırdedici ve çarpıcı özelliğidir sanırım.
Lyotard sözlerine şöyle devam eder: “Bu inançsızlık hiç kuşkusuz, bilimdeki ilerlemenin bir ürünüdür: bu ilerleme aynı zamanda onun varlığını da desteklemektedir.”[iv] Başka bir yerde ise şöyle demektedir: “Peki o zaman postmodernizm nedir? Kesinlikle modernle bağlantılı bir kavramdır. Algıladığımız herşeyden kuşku duymalıyız.”[v] Burada karşımıza çözmemiz gereken iki bulmaca çıkıyor: felsefi bakış açısına göre inançsızlık nedir ? Ve nasıl oluyor da modernizm ile aralarındaki sevgi-nefret karışımı ilişki, modernizmin yalanlanması değil de onun bir bildirgesi olarak görülüyor?
Bence bu sorulara açıklık getiren cümleler Gayatri Spivak’tan geliyor; onun dekonstrüksiyonizm hakkında söylediklerinden postmodernizme dönük anlamlar çıkarmak mümkün:
Eğer dekonstrüksiyonizmden anlıyorsam, dekonstrüksiyonizm yanlışın gösterimi değildir, başkalarının yanlışlarının gösterilmesi hiç değildir. Dekonstrüksiyonizmde en ciddi eleştiri, son derece yararlı birşeyin eleştirisidir, olmazsa olmaz bir öğenin eleştirisi. [vi]
Şimdi farklı bir alana geçtik: “inkar” ve “yalanlama” kavramlarının yerlerini “kuşku”, “yerinden etme”, “istikrarsızlık” ve “belirsizlik” gibi kavramlara bıraktığı bir alana... Bu değişiklik yeni bir eleştiri kavramını gerektirir. İnkar ya da yalanlama kişiyi reddedilen görüşün dışında ve ötesinde bırakır. Fakat bizim için gerekli olan, onsuz nasıl yaşayacağımızı bilemediğimiz ancak artık güvenmemizin söz konusu olmadığı düşünme yöntemlerine karşı nasıl bir tavır sergileyeceğimizdir. Dil, bilim, ahlak, mantık ve adalet modern dünyanın vazgeçilemez gibi görünen öğeleri: bunların alternatifleri bulunabilir mi? Ancak inanç ve uygulamalarının doğruymuşçasına evrensel bir kabul gördüğü Aydınlanma inancı ve bu sayede insanlığın cahilliğinin ve bütün kötülüklerinin sona ereceği görüşüne bağlanmaya devam etmek artık olanaksızdır; bunun nedenleri modern çağın toplumsal ve tarihsel olaylarında açıkça görülmektedir. Modern yaratıklar olarak bizler, ilerleme ve evrensel boyutta toplumun iyileştirilmesi kavramlarında yaşanan inanç kriziyle artık yüzleşmeliyiz. Eski sorunlarımızın yerine artık yenileriyle uğraşıyoruz ve eğer yaşamımızın bazı yönleri eskisine oranla karşılaştırılamayacak kadar iyiyse, diğer yönleri de eskisinden kötüdür.
Bu soruna verilebilecek iyi bir örnek antibiyotiklerin geniş çaplı kullanımının, sahip olduğumuz bütün antibiyotiklere dirençli bir bakteriyi ortaya çıkarmış olduğunun yakın bir zaman önce keşfedilmesidir. Bunlarla savaşabilecek yeni antibiyotikler üretmemiz sadece daha da güçlü bakterilerin ortaya çıkmasına neden olacak. İşte o zaman başımızın belada olduğunu farkedeceğiz. Sırf bu nedenle antibiyotik üretiminin ve kullanımın aptalca ya da kötü bir şey olduğunu söyleyebilir miyiz? Hayır –antibiyotikler sayısız insanın yaşamını kurtardı ve gereksiz yere acı çekmemizi engelledi. Ancak sürekli yeni antibiyotikler üretmek dünyanın geleceği açısından iyi olacak mıdır ? İşte bu konuda kuşku duymamız için çok neden var.
Bu nedenle postmodernizm dil, bilim, ahlak, mantık ve adalet gibi modernist kavramların reddedilmesidir, demek yanlıştır. Böyle olduğunu düşünmek, bu reddedişi destekleyecek argümanlar aramamızı gerektirir ve bu kavramların yerine neyin geçeceğinin hesabının sorulması gerekir. Arkadaşım Harvey Siegel’ın da onaylayacağı gibi, birisi karşı-argümana benzer birşeyler önermeye başladığı an ya da daha iyi bir alternatifin ölçütlerini belirlemeye kalktığında kendisini yalanladığını farkedecek. Çünkü yapmaya çalıştığı şey reddedittiği şeylerin bir başka çeşidini önermek olacak.
İşte bu noktada postmodernizm diğer basit anti-akılcılık ya da görecelilik görüşlerinden (anti-akılcılık ya da göreceliliğin günümüz savunucuları kendilerinin postmodern olduklarını iddia etmektedirler ve bunu öyle bir güven ve dogmatizm içinde yapıyorlar ki, olduklarını iddia ettikleri şeyin bağlamı açısından ele alındığında bu açıklaması mümkün olmayan bir durumdur) daha derin ve rahatsız edicidir. Ama kuşku bir reddediş değildir ve aşkın argümanlar, daha üstün, belirgin bir alternatif önermeyen tutumlara karşı etkisizdir.
Bu kuşku nereden geliyor? En az üç toplumsal koşul bizde kuşku uyandırmalı. Antibiyotik örneğimde olduğu gibi, yaptığımız şey iyi ve bütün sorunlarımızı çözecek bilse olsa, yaptığımız şeyi yapmaya devam edip etmememiz konusunda kuşkumuz olmalı.
Bunlardan birincisi, değişik kültür gruplarının birbirlerinden ne derece farklı olduklarını ve birbirleriyle karşılaştırılamayacaklarını her geçen gün daha da iyi anlamamız... Günümüz dünyasında kitle iletişim araçları, hareketlilik ve yeni iletişim yöntemleri bu farklı kültürleri birbirine çok yaklaştırdı. Karşılaştıramama kavramının bu farklılığın kaçınılmaz bir sonucu olduğunu düşünmek hatalı olur, ama insanlar bazen birbirlerini anlamak ve anlaşma yolu bulmak için yeteneklerini son noktasına kadar kullanıyor (bazıları da bu son noktaya çok çabuk ulaşıyor). Böylesi bir durumda farklı bakış açıları ve değerleri birleştirme ya da uzlaştırma konusunda sürekli diyaloğun başarılı olabileceğine dair iyimserlik ve diğer insanların inançlarına saygısızlık edilmediğine dair duyulan güven sadece tehlikeli bir küstahlıktır.
İkinci durum ise, iyimser düşünenleri bozacak şekilde, asimetrik erk dinamiklerinin, insanların kurumsal ve gayri resmi yaşam örüntülerinin doğasında olduğu anlayışıdır. Günümüzde gözetleme, yönlendirme ve denetleme sistemleri hergün daha da yaygınlaşmaktadır. Biz de bunlara elimizde olmadan, bilinçli ya da bilinçsiz katılıyoruz. Benim düşünceme göre “herşey güçtür” iddiasına katıldığımız anlamına gelmiyor bu. Ancak iyi huylu eylemlerin bile güç boyutuna, iyi niyetin sınırlarına, yaptığımız herşeyin sonuçlarının birisine zararı dokunacak kadar birbirine bağımlı ve birbiriyle etkileşimli bir dünyada yaşıyor olmanın suçluluğuna, herkes için daha iyi bir yaşam vaadeden ütopyaların kuşkululuğuna karşı hassas olmamız gerektiğini farketmeliyiz.
Üçüncü durum dille ilgilidir, özellikle de söylemin –dilin kullanımı- yaşamımızı nasıl renklendirdiği ve şekillendirdiği üzerinedir. İletişim, açıklama, haklı çıkarma, doğruyu söyleme gibi ifadeler (ve sözlü olmayanlar), kullandığımız dil ya da dillerin sadece kısmî olarak kullanımını gerektirir. Dillerimiz çeşitlidir, herbiri kendine özgüdür. Bu nedenle herhangi bir sistemin bakış açısında her zaman bir sınırlılık olacaktır. Çünkü gerçeği, değerleri tanımlamak için belli bir dilin, bu mekan ve zaman içindeki kullanımına bağlı olmak zorundayız. Bu görüşün doğal sonucu görecelilik değildir, çünkü farklı sistemler birbirlerine çevirilebilir ve ortak noktalara da sahiptirler.
Ancak aralarında boşuklar ve kopukluklar da söz konusudur. Gerçekçilik kuramları sanırım bu konuya gereken önemi vermelidirler.[vii]
İşte postmodern anlamda Aydınlanma’nın bazı temel görüşlerine karşı olan inançsızlığın altında yatan bu üç durum, bu makalede sonul karşı-iddialar ya da kanıtlar olarak sunulmamıştır. Diğer yazarların bu konuda neler yazdığını pek dikkate almadan, bu görüşleri işlerin gidişatını yorumlayan açıklamalar olarak görmüyorum. Bunların her biri benim için rahatsızlık verici birer kuşkudur ve eğer sizi de etkilediyse bunun nedeni sizin de bazı şeylerden kuşku duyuyor olmanızdır. Yazımın başında belirttiğim pekçok yazar bir noktaya kadar bu tip kuşkuları paylaşıyordu ve bu kişileri postmodern olarak değerlendirmemizin nedeni budur. [viii]
Eğer ben postmodernizmin, yeni bir alternatif tutum ya da tutumlar bütünü olarak değil de bir tür kuşku olarak görülmesi gerektiğini düşünüyorsam bunun ne tür bir kuşku olduğunun sorulması gerekir. Kartezyenci bir kuşku değildir bu: yani net ve kesin olmayan herşey reddedilmelidir. Kartezyenci kuşku kesin olanı ararken sürekli kuşku içindeydi.[ix] İşte burada yine “inançsızlık”, inanamama kavramına geliyoruz – artık modernizme inanmama ya da yine aynı kendinden emin bir tavırla modernizme inanma. Ancak inançsız olduğumuz şey kendi varsayımlarımız ve yöntemlerimizdir. Bu tıpkı küçük bir odaya halı sermek gibidir, bir ucunu doğru yerleştirmek için ayağınızı kaldırmanız gerekir.
Pekçok postmodernizm görüşünde yaygın olan şey, tezler ve tutumlar değil ortak bir ruh halidir. Bu postmodern kuşku Kartezyen kuşkudan çok daha farklıdır. Farklı postmodern kuramları birbirinden ayıran da bu kuşkuyu nasıl tanımladıklarıdır. Hayden White’ı[x] selamlayarak bu farklılıkları üç anlatış şekliyle tanımlamaya çalışacağım. Bu anlatış şekilleri, onlarsız yaşayamayacağımız şeylerden kuşku duyma ya da hakkındaki sorunlarımızı dile getirdiğimiz dilin kendisinin sorun olması ikilemiyle başa çıkabilmenin yollarıdır. Bu anlatım şekilleri, çelişkili, sabit olmayan şeyleri katlanabilir kılmanın yollarıdır. Yazım tarzı olarak bu anlatımlar edebi içerik taşımaktadırlar. Aynı zamanda eğitim için de model oluşturmaktadırlar.
Bunlardan birincisi ironidir.[xi] İroni, bir elimizle verdiğimizi diğeriyle geri almaktır. Milan Kundera şöyle der, “İroni sadece dalga geçtiği için değil, dünyayı belirsiz bir hale getirip bizi kuşkuya düşürdüğü için rahatsız edicidir.”[xii] Alven Neiman bu konuyu şöyle açar:
İroni nasıl oluşur, neyi içerir? Öncelikle, ironi yapan kişi kendisi de söylediğinden kuşkuya düşmektedir. Kuşku duyma, inanma ve bilme kavramlarının oldukça kısıtlı parametreler dahilinde gerçekleştiğinin bilincindedir. Tartışma ve açıklamanın sona ermesi gerektiğini, ama bu sonun foundationalistlerin düşündüğü gibi “gerçekliğin kendi dilinde” olmadığını bilir. İkinci olarak, ironi yapan kişi düşünerek ve konuşarak sınırlı bağlamlarda, doğru ya da yanlışın üzerine, o an sözü geçen şey üzerine yargılarda bulunduğunu bilir. İronisi, diğer ironi yapan kişilerin bu davranışı ciddiye alamayacağı gerçeğinden kaynaklanmaktadır. [xiii]
İroninin en büyük tehlikesi nihilizme teslim olmasıdır: herhangi bir tavıra yakın görülmek istemediği için ironi yapan kişi hiçbir tavır takınmaz.
İkinci anlatım şekli trajiktir. Trajedi, kabul ettiğimiz zıtlıkların eşit derecede değerli olduklarını farketmenin bize verdiği acıdan doğar. Kendi öngörüşlerimizi eleştirdiğimizde ortaya çıkan belirsizlik zor ve rahatsız edicidir, ikisini de isteriz ama birisini seçemeyiz. Bu konuda bir başka yerde şöyle yazmıştım:
Trajedi sadece iyimserlik kötümserlik karşılaştırılması olarak değerlendirilemez. Trajik duyu, başarının önündeki engellerin, başarısızlık olasılığının ve çabalarımızın sınırlarının bilincine varmaktır. Eğitimi trajedinin bakış açısıyla görmek foundationalism’i terketmek, kuşku ve belirsizliğin bizi daha iyi eğitimciler haline getireceğine inanmak –hem öğrencilerimiz de dahil olmak üzere birbirimize olan bağımlılığımızı vurguladığı hem de sunduklarımızın değerine yönelik yanlış iddialardan bizi soyutladığı için... Buna göre, standart sonuçlardan çok, keşif, tartışma ve öğretme yöntemimizi geliştirme konusunda yeni fırsatlara odaklanmamız gerekmektedir. Bu, hepsinden öte, eğitim süreci sayesinde gerçekleşecek toplumsal dönüşüm ya da reform gibi iddialarımızda daha alçak gönüllü bir yaklaşımı benimsememiz anlamına gelir. Eğitimin trajik boyutu bu uğraşının doğasında var olan bazı karşıtlıklar konusunda kendimizi kandırmadan çaba göstermeye devam etmemizi gerektirir. [xiv]
Postmodernizmde trajik yazının özelliği, istek ve niyetlerin çatışması, uzlaşmayan zıtlıklar, daha az korkutucu bir dünya görüşüne sahip olma nostaljisidir. Trajedinin en büyük tehlikesi karamsarlığa teslim olma olasılığıdır. Richard Rorty’nin dediği gibi “hayal kırıklığı karşısında bile ‘haklı çıkarılamayan’ umudu terketmektir.” [xv]
Üçüncü anlatım şekli parodidir. Parodi, paradoksu önemsemez; bir görüşü temsil ederken onunla aynı zamanda dalga geçer, birden fazla bakış açısını içerir ama hiçbirini savunmaz. Parodi yapan kişi paradokslar geliştirir ve bunu mizah ve eleştirel yorumlar yapmak için bir fırsat olarak görür.[xvi] Bu paradoksa olan düşkünlüğü Joseph Heller’in romanlarında sık görürüz. “Catch 22 ” isimli romanında, insanlara sadece başkan ofisten ayrıldıktan sonra onu görmeye izin veriliyordu, sadece soracak sorusu olmayanların soru sorma hakkı vardı; uçaklarla bombalama görevinden kaçmak isteyen, deli gibi görünmeye çalışan akıllı pilotlar için ise Catch 22 kuralı geçerliydi.
“Zamanını boşuna harcıyorsun,” dedi Doktor Deneka.
“Deli olan birisini uçmaktan alıkoymanız gerekmiyor mu?
“Evet gerekiyor. Deli olanların uçması yasaktır. Ama başka bir durum söz konusu. Catch 22, savaştan kaçmaya çalışan her kimse o kadar da deli değildir. [xvii]
Parodinin ayırdedici özelliği oyun özelliğidir, yani hem oyun oynamak hem de rol yapmak anlamında oyundur bu. Parodici usta bir oyuncudur, bir görüşü hem savunuyor hem de savunmuyor gibi görünür. Bunun en büyük tehlikesi de sinizmdir, yani herhangi bir sorumluluk hissetmeden bütün görüşleri benimsemek ya da hiçbirini benimsememek.
Burada sözünü ettiğim üç anlatım şekli yazarların postmodernci kuşkuyla nasıl başa çıktıklarını göstermektedir. Hepsi de açık bir şekilde çelişkili, birbirini yalanlayan görüşleri benimser ama daha sonra bu durumu birbiriyle çatışma halinde, belirsiz bir dünya içinde bir olasılık olarak değerlendirir. Bu üç yöntem birbiriyle uyumsuz istek ve inançlara rağmen bir anlam ve önem taşırlar. Her biri de farklı insanlara çekici gelmektedir. Ben kendime en yakın olarak trajik yöntemi görüyorum ama bunun en doğru ve iyi yöntem olduğunu iddia edemem. Bütün bu yöntemlerin ortak noktası birbiriyle çelişen durumları yakalaması, yaşamımızın bir parçası olmuş şeylerden kuşku duyması, bunları eleştirirken kullandığımız dili eleştirmesi, bütün görüşlere bir kuşkuculukla yaklaşmasıdır.
Eğitim ise bunlardan tamamen farklı bir uğraşı alanıdır. Çünkü öğretme ve öğrenme etkinliklerimiz gelişmeye olan inancımız üzerine kuruludur. Bütün öğretme ve öğrenme etkinlikleri bazı şeylerin diğerlerinden daha fazla öğrenilmeye değer olduğu yargısını belirtir. Şu veya bu şekilde yetki de bütün eğitimsel ilişkilerin vazgeçilmez bir boyutudur. Her ne kadar çeşitlilik ve farklılık vurgulansa da aslında eğitim bir normalleştirme, insanları birbirine benzetme gibi durumları içeren bir etkinliktir. Eğitimin; ilerleme, öncelikli bilgi ve değerler, yetki, normalleşme gibi özellikleri yukarıda bahsettiğimiz gibi postmodernizmin eleştirdiği kavramlardır. Ancak sırf böyle diye eğitimden vazgeçmek söz konusu olamaz, ancak bu varsayımların ve değerlerin doğasının yanlış olduğunu bile bile eğitimi böyle de sürdüremeyiz.
Postmodern kuşkuculukta bizi eğitime bağlayan şey nedir? Bu sorunun yanıtını verirken ironi, trajik ve parodik ruh hallerini de hesaba katmalıyız.[xviii] Burada postmodern kuşkunun, eğitimin tutucu yaklaşımlarına nasıl karşı çıktığı konusunda genel bir fikir vermeye çalışacağım.[xix]
Eğitim, kişiler arasında ve keşfedilecek konular üzerinedir. Ancak kişiler ve konulara bir bağımlılık söz konusu olmamalı, arada bir mesafe bırakılmalıdır. İroni, trajedi ve parodi gibi kavramları kullanarak öğretmenler olarak kendimizi çok ciddiye almaktan vazgeçebiliriz. Yetkiyi sorgulayabilir, diğerlerinin sorgulamasını isteyebiliriz.[xx] Daha da ileri bir düzeyde, sorgulama yöntemleri geliştirmeliyiz ama bu yöntemlerin yararlarını ve sınırlılıklarını da sürekli sorgulamalıyız. Böylesi bir tavır hem ufkumuzu geliştirecek farklı bakış açılarına saygı duymamızı hem de içimizdeki kuşkunun güçlenmesini sağlar.
Eğitim bize amaçlılık ve yön duygusu verir. Ancak amaçlılık, bazı amaçlara ulaşmak uğruna diğer eğitim olanaklarının heba edilmesi anlamına geliyorsa zararlıdır. Amaçlarımız olmalı ancak amaçlarımızın kölesi olmamalıyız. Birden fazla, birbiriyle çelişen amaçlarımız varsa bu amaçların hiçbirini yerine getiremeyiz. Ancak tek bir kişinin amacının herkesinkinin önüne geçmesine de izin veremeyiz, bu kişi öğretmen bile olsa... İroni, trajedi ve parodi hem olaylara ciddi bir bakış açısı kazandırırken hem de onları sorgulama fırsatını verir bize.
Eğitim, gelişme ve büyüme kavramlarını da içinde barındırır. Ancak burada önerilen bakış açısı bu gelişme çizgisinin dosdoğru, yönsüz ya da durağan, belirsiz bir gelişmeyi temsil edici nitelikte olmamasıdır. Postmodern kuşku zorluk, belirsizlik ve hata gibi kavramlara karşı büyük hoşgörü taşır. Buradaki zorluk kavramı sadece bir sorunla başa çıkma çabası değil hiçbir zaman çözülemeyecek bir sorunun süregiden zorluğu da olabilir. Belirsizlik sadece geçici bir durum olarak değil, olası bir durumun kabulu anlamına da gelebilir. Hata sadece doğrusu bulunan bir yanlışlık değil, bir görüş ya da değerin kabul edilemez bir şeklidir. Hata öğrenme anının bir boyutudur. Bu durumda değişim çok daha zorlaşmaktadır. Postmodern bakış açısına göre zorluk, belirsizlik ve hata üstesinden gelinecek durumlar olarak değil, eğitim sürecinin süregiden durumları, hatta eğitimsel açıdan yararlı koşullar olarak kabul edilir. İnsanlar, ironik, trajik ya da parodik görüşleri benimseme durumlarına gore bu koşullara farklı tepki gösterebilir.
Eğitim kavramının geleneksel analizlerinden biri de, eğitimin kaçınılmaz olarak iyileşmeyi sağlamasıdır ki bu da hiçkimsenin kötüleşmek için eğitilmediği görüşüyle çelişir. Eğitim elbette yeni bakış açıları kazandırır ve bu kazançlar insana zevk verir. Ama postmodernizmin eleştirel bakış açısı kendine yöneldiğinde bu kazançlar biraz çelişkili, başarılar da geçici görünmektedir. Aynı zamanda kayıpları da görmeliyiz, hatta kazanç ve kayıp kavramlarının nasıl içiçe geçtiğini farketmeliyiz- eğer bir iyileşme gösteriyorsak bu saf bir iyileşme değildir. Postmodern kuşku, bugün kutlanan başarıların birgün trajik hatalar, gülünesi durumlar ya da pişman olunan aptallıklar olarak görünebileceğini kabul eder.
Eğitimin bu görüşü etkinliklerimize kılavuzluk edecek kadar güçlü müdür, öğretme ve öğrenme etkinliklerimizde bizi motive edecek kadar iyimser midir, bize yetecek kadar ilham verici midir ? Bu sorulara bu görüşle tutarlı olacak yanıtlar vermek zordur. Ama bence işlerin dayandığı nokta burasıdır. Burada bir yön, amaç ve ilham vardır. Aynı zamanda küstahlığa, kendini beğenmişliğe ve bazı soruların üstünü örtmeye çare de buradadır- zaten eğitimin gerek duyduğu dürüstlük de bu değil midir?


DİPNOTLAR
[i] Bu denemeyi yazarken İllinois Üniversitesi Eğitim Felsefesi Tartışma Grubunun öneri ve yorumlarından yararlandım. Özellikle, bazı faydalı referanslar ve ayrıntılar için Zelia Gregoriou’ya, Melissa Orlie’ye,ve Ralph Page’ye teşekkür ederim.
[ii] Örnek olarak bakınız: Madan Sarup, An Introductory Guide to Poststructuralism and Postmodernism (Athens, Georgia: University of Georgia Press, 1989), ch. 5.
[iii] Jean-François Lyotard, The Postmodern Condition: A Report on Knowledge (Minneapolis: University of Minnesota Press, 1984), xxiv. Italics in original.
[iv] Ibid.
[v] Jean-François Lyotard, The Postmodern Explained (Minneapolis: University of Minnesota Press, 1992), 12. Onun yorumuna baktığınızda “post” kavramının “eşsiz bir modernizm”in ötesi olması sözkonusudr.(76).
[vi] Gayatri Chakravorty Spivak, “In a Word” (an interview with Ellen Romney) quoted in Judith Butler, Bodies that Matter: On the Discursive Limits of “Sex” (New York: Routledge, 1993), 27. Butler, başka bir yerde kendi formülasyonunu şöyle belirtir: “yapı-bozum olumsuz ya da uzaklaştırıcı değildir; fakat onu bir özne gibi almak ve sorgulamak çok önemlidir ve önceden izin verilmeyen, Judith Butler ve Joan W. Scott’un Feminists Theorize the Political, ed. (New York: Routledge, 1992), 15. adlı yapıtında feminist ve postmodernist soruya bağlı bir temelde yeniden kullanım ve yeniden düzenleme gerekir.
[vii] Bkz. Nicholas C. Burbules, “Reasonable Doubt: Toward a Postmodern Defense of Reason as an Educational Aim,” in Critical Conversations in Philosophy of Education: From Theory to Practice and Back Again, ed. Wendy Kohli (New York, Routledge, forthcoming).
[viii] Bu çizgiye ilişkin oldukça güçlü bir iddia Bruno Latour’un, We Have Never Been Modern (Cambridge, Mass.: Harvard University Press, 1993). isimli kitabında bulunmaktadır. Latour’e göre modernizmin kriz durumu değişmiştir, modernist umutlar birdenbire kuşkuya dönüşmüştür. Gerçekte modernizm herzaman kendini aldatmıştır. Son zamanlarda şu farkedilmektedir ki; Postmodernizm yeni bir bulgu değildir. Modern yapının altında varlığını sürdürmüştür fakat bu yapının garantisine dair öneri uzun bir dönemi kapsamaz. (46). Latour’a göre, postmodern eleştiri çok geriye gitmez. Çünkü o kendini modern kategorisi karşısında tanımlar ve belirler: “Modernizm hiç başlamadı... İşte postmodern düşünürlere bu gülünç ima eşlik eder. Ve onlar başlama zamanının da gelmeyeceğini iddia ederler.” (47). Bunun yerine, Latour bir “nonmodernizm”i savunmak ister. Bu, modernizm içinde kategorilerin ve sınırların yanlışlığından gelen karışımları ve karşıtlıkları sorgulamaktır. Bu bakımdan o, ironik bir postmodernizmi korumayı savlar. (134).
[ix] Bkz. Wlad Godzich, “Afterword: Reading Against Literacy,” in Jean-François Lyotard, The Postmodern Explained (Minneapolis: University of Minnesota Press, 1992), 129-30. Ayrıca bkz. John Dewey, The Quest for Certainty (New York: Capricorn Books, 1929).
[x] Hayden White, Metahistory: The Historical Imagination in Nineteenth Century Europe (Baltimore: Johns Hopkins University Press, 1973). Onun yönelimi benimkinden farklıdır: Romantik, Komedi, Trajedi, ve Yergi.
[xi] Richard Rorty’s Contingency, Irony, and Solidarity (New York: Cambridge University Press, 1989). . Bu normal bir metindir. Ama hernasılsa bana pek açık gelmedi. Rorty, ironisini mütemadiyen sürdürür; özellikle siyasal sorunlardaki kararlarda. Ayrıca bakınız: Alven Neiman, “Pragmatism and the Ironic Teacher of Virtue," in The Educational Conversation: Closing the Gap, ed. James W. Garrison and Anthony G. Rud., Jr. (Albany, N.Y.: SUNY Press), 61-83.
[xii] Milan Kundera, The Art of the Novel, quoted in Alven Neiman, “Ironic Schooling: Socrates, Pragmatism, and the Higher Learning,” Educational Theory 41 no. 4 (1991): 371-84.
[xiii] Ibid., 374-75.
[xiv] Nicholas C. Burbules, “The Tragic Sense of Education,” Teachers College Record 91, no. 4 (1990): 471, 478. Ayrıca bakınız: René Vincente Arcilla, “Tragic Absolutism in Education,” Educational Theory 42, no. 4 (1992): 473-81.
[xv] Richard Rorty, “Method, Social Science, and Social Hope,” in Consequences of Pragmatism (Minneapolis: University of Minnesota Press, 1982), 208.
[xvi] Eğitimde parodi üzerine az çok bir fikir edinilebilecek bir kitap şudur: B. Paul Komisar’s Natural Teaching Encounters (Philadelphia, Penn.: KDC Enterprises, 1976). Richard Angelo bu kitabı bir parodi kitabı olarak analiz etmekte, öğretimin romantik olmayan yollarına ilişkin kararların çerçevesini şöyle belirlemektedir: “Exuding”, “Manipulating”, ve “Credomania”. Komisar’ın stratejisi bilinen yergili karakterlerden ve diğer bağlamlardan ve öğretimin romantik imajından gelen öğretim modelleriyle ilgili bir paradigmadır. Richard Angelo, “Myth, Educational Theory, and the Figurative Imagination,” in Philosophy of Education 1978, ed. Gary D. Fenstermacher, (Champaign, Ill.: Philosophy of Education Society, 1979), 227-38.
[xvii] Joseph Heller, Catch 22 (New York: Simon and Schuster, 1955), 40-41.
[xviii] Ayrıca bkz. Neiman, “Education and Some Types of Irony.”
[xix] Bu yansımaların; öğretmenler ve öğrenciler arasında karşılıklı düşünceler, anlamlar ve farklılıklar gösterdiğini düşünüyorum. Açıktır ki, ilk ilgileneceğimiz öğretmenlere yansıyan anlamlardır.
[xx] Ayrıca bkz. Nicholas C. Burbules, “Authority and the tragic dimension of teaching,” in The Educational Conversation: Closing the Gap, James Garrison and A.G. Rud, eds. (New York: S.U.N.Y. Press, 1995); ve Elizabeth Ellsworth "Why Doesn't This Feel Empowering ? Working Through the Repressive Myths of Critical Pedagogy," Harvard Educational Review 59, no. 3 (1989): 297-324.


***

Referans: Burbules, C. Nicholes. (2004). “Postmodern Kuşku ve Eğitim Felsefesi”, Özne Dergisi, (Çeviren: Bülent Akdağ), 1: 3, Mayıs-Haziran, (Nicholas C. Burbules, “Postmodern Daubt and Philosophy of Educatıon”, University of Illinois at Urbana-Champaign, Phılosophy of Educatıon, 1995), s.13-17.

Hiç yorum yok: