31 Temmuz 2008 Perşembe

Yetkenin Mor Yüzü


(Fotoğraf: Bülent Akdağ)


Bülent Akdağ

Hitler, savaşın Almanlar için kötüye gittiği günlerde denizaltılarını kutuplara göndererek dünyanın iç bölgesine geçip saklanabileceği boşluklar aramış. Bu fikrin zihninde bir yıldız gibi parlamasına neden olan şey ise Aristoteles’in astronomi görüşleri çerçevesinde belirttiği iç içe evrenler görüşüymüş. Gerçekten Aristoteles o vakitler ay altı ve ay üstü evreni olmak üzere iki evrenden söz etmiş. Dairesel hareketle dönen bu evrenler, Aristoteles’in sayısını kırk yedi olarak belirlediği saydam kürelerden oluşuyormuş. Yıldızların ve güneşin hareketi de ancak böyle açıklanabilirmiş; çünkü tüm gök cisimleri kürelerin üzerine yapışık durumdaymış. Sanıyorum buradan hareketle Hitler, ay altı evreninde bulunan gezegenimizin de bir matruşka gibi olduğunu düşünmüş. Yani üzerinde yaşadığımız dünyanın içinde bir başka dünya var ve onun içinde de bir başkası, diye tasarlayarak, bozulan “yetke”sini onarabileceği bir sığınak bulmak istemiş... Galiba o denizaltılar günlerce bir boşluk, bir kapı arayıp durmuşlar kuzey kutup bölgesinde ve sonuçta, “yetke”nin denizaltı subayları boynu bükük dönmüşler geri. Yani, Hitler’in kurtuluşunu sağlayamamış Aristoteles’in kuramı...Terkedilmiş paradigmalara bile tutunma gereksinimine yol açan böyle bir çaresizlik, morarmış bir yüzün sessizce yıkılışıdır aslında; içten bir çöküştür bu... Ruhun çöküşü... Güçlü görünmeyi sağlayan kaleler bir bir yıkılıvermiştir. Hiç kimse kalmamıştır etrafta. Artık bir vakitler dokunulmazlığın ve sarsılmazlığın simgesi olan iktidarların fildişi kulelerinde bir gözleri her zaman açık uyumak zorunluluğu bile bir işe yaramaz. Takke düşmüş kel görünmüştür çünkü...Görünmüştür görünmesine de insanlar nedense kelliği fark edememişlerdir. Böylece hiç vakit geçirmez sömürgeci ideoloji ve faşizme yeni formlar yaratarak ağlarını örüverir. Bataklıktan burnu görünen “insan” yine kaybolmuştur...Şimdi, insanlık tarihinin her döneminde –belki yalnızca ilkel komünaller dışında- toplu halde yaşamanın bir zorunluluğu olarak gerçekleşen bir “yetke-kamu” ilişkisine dikkati çekmek yerinde olacaktır. İlkçağ insanlarının yarattığı mitolojik Tanrılar; geçmişten günümüze evrilerek gelişen dinsel sistemler; özgürlükçü ya da baskıcı siyasal erkler; her zaman varlığını sürdüren sosyal değerler örgüsü ve toplumsal dinamizmin sacayağından biri olan hukuksal normlar; işte tüm bunlar kamusal alanda gerçeklik kazanmış yetke tarzlarıdır. Kamusal yaşam içindeki bireyin bir yetke karşısındaki duruşu anlayabilmek ve değerlendirebilmek için yukarıda belirttiğim tüm yetke örneklerini dikkate almak gerekir. Bireysel yetkenin sorgulanması ise etik ve psikoloji / sosyal-psikoloji alanlarında yapılmalıdır daha çok.Şimdi, bu yazıda ele almak istediğim temel soruları ve kavramsal çerçeveyi de çizmek gerekir artık: Yetkenin anlamı nedir ? Kamusal ya da bireysel yaşamda bir yetke olmadan yaşayabilmek olası mı? Pek çok yetke kategorisi düşünülebilir ancak burada “yetke” kavramıyla kastettiğim bir toplumsal yapıyı yöneten siyasal erktir daha çok; “daha çok” diyorum çünkü kamunun yönetilmesi bireyin de yönetilmesi anlamını barındırdığından yetke-insan ilişkisindeki “insan” kavramını hem çoğul hem de tekil anlamıyla düşünüyorum. Böylece, siyasal yetkeler karşısında bireyi ve onun psikolojik tutumlarını da tartışabilme olanağı bulabiliriz diye düşünüyorum.

Şimdi bireyin yetkeler karşısındaki durumunu gösteren bazı örneklere değinelim: Yetkeyi simgeleyen bazı nesneler bile bireysel ya da kamusal olarak bir boyun eğme davranışını ortaya çıkarıyor. Yıllar önce bir derginin –galiba Nokta dergisiydi- yaptığı araştırmada ortaya çıkan komik görüntüleri anımsıyorum: Üzerlerine Gestapo paltosu giymiş iki dergi çalışanı Sultanahmet parkında önlerine gelene kimlik soruyor ve kimliği olmayana “yere yat, bekle !” emrini veriyorlardı. İnsanlar da paşa paşa uzanıyorlardı yere. Nazi döneminde giyilen bir paltonun zaman dışılığı bile dikkatini çekmiyordu kimsenin...Akademik bir ortamda yetke olarak kabul edilen bireyler karşısında öğrencilerin tutumu konusunda seksenli yıllarda Hacettepe Üniversitesi Psikoloji bölümünde gerçekleştirilen bir sosyal-psikoloji deneyini anımsıyorum: Önce, duyuru panosuna “telepati ile ilgili olarak yapılacak deneye katılmak isteyen gönüllüler aranıyor” şeklinde bir yazı asılmıştı. Telepati, parapsikoloji, Ufo gibi olaylarla ilgilenen pek çok öğrenci deneye katılmak için başvurdu. Bir koridorda bekletilen öğrenciler sırayla deney odasına alındı. Araştırmacı – ki yaşlı başlı bir profesördü- bitişik olan yan odada bulunuyor ve deney odasına alınan öğrenciye, iki oda arasındaki duvara açılmış küçük bir pencereden başını uzatarak ne yapılacağını anlatıyor, çeşitli komutlar veriyordu. Denildiğine göre, denek odasındaki masanın üzerine monte edilmiş iki buton kablolarla araştırmacının bulunduğu odadaki ampule bağlıymış ve öğrenci masaya oturarak butona basacak ve ampulün yanıp yanmadığını düşünce yoluyla bilecekmiş. Neyse, burada önemli olan nokta araştırmacının “ bekle, otur, butona bas, devam et, dur” gibi komutlarına öğrencilerin verdiği tepkiler. Şu görülmüş ki, öğrenci dünyasında bir yetke olarak anlamlandıran bir uyarıcının verdiği emre uyma davranışı oldukça yüksek bir oranda gerçekleşmiş. Burada araştırmacının ufak bir hileye başvurduğunu da gözden kaçırmamak gerekir. İlk örnekte siyasal bir yetke, ikinci örnekte ise akademik bir yetke olmasına karşın tepki davranışları hep aynı: boyun eğme... İşte bu nokta aslında insanın yetke karşısındaki duruşunun en başta kendini algılayışında gizli olduğunun açık bir göstergesi; bir öz güvenin varlığı ya da yokluğu hem bireysel hem de kamusal “dik duruşun” ya da duramayışın nedenini oluşturuyor.Yaşadığımız toplumda bir çaresizliği ifade etmek amacıyla boynumuzu bükerek dile getirdiğimiz veya biraz da ironik bir biçimde çok kez kullandığımız ve bir söylem var: “ ne olacak bizim halimiz ? ” söylemi... Fernando Savater, “Oğluma Ahlak Üstüne Öğütler” kitabının bir yerinde Fare ve Aslan’ın birbirinden farkına değinir. Birkaç tane fark sıralar ama bence en çarpıcı olan şudur: Fare “ bana ne olacak ?” diye sorar, Aslan ise “ ben bugün ne yapacağım ?” diye... Bu, bir yetkenin içsel gücünün niceliği gerçekte. Şunu demek istiyorum, ister bireysel ister toplumsal olsun “yetke” görelidir; daha doğrusu dönüşüm olasılığını her zaman –bazen bir potansiyel olarak olsa dahi- kendine taşır. Fareler karşısında Aslan kesilenler Filler karşısında geri çekilmek durumunda kalırlar çünkü...

Neden bir yetke gereksinimi duyuyoruz ? Toplumsal ve bireysel düzlemde, bir yetkeye gerek duymadan yaşamak olası değil mi ?Şu bir gerçek ki bireysel ya da kamusal yaşamda düzen ve süreklilik arayışı, özellikle gücümüzün yetmediği durumlarda kendimiz dışında bir yetke arayışına yol açıyor. Belki yalnızca ilkel topluluk döneminde yaşanan psikolojik bir uzlaşma, içgüdülere dayalı bir birliktelik - ki bu gün çoğunlukça bir anarşi ve kaos ortamı olarak yorumlanıyor- özellikle toprağa yerleşme ve ilk kabile savaşlarının başlamasıyla yerini, toplumsal bir yetkeye, yani ilk devlet biçiminden modern devlet organizasyonuna değin topluluk ya da toplum adına hareket eden bir yönetsel güç örgütüne bırakmıştır. Rahatsız edici olan şey, yetke karşısında bireysel ya da kamusal bir boyun eğiştir... “Bağlılık” duygusunun ya da bireysel iradenin dışında, bir itaat duygusu sosyal değerlere ve hukuka nüfuz ederek gelenekselleşmiş, bireysel ve kamusal olarak kırılması gittikçe güçleşen bir zincirin halkalarını oluşturmuştur.İlkellerden günümüze kamu ve yetke arasındaki ilişkide belirleyici olan “yönetme-yönetilme” sürecinin biçimi olmuştur. Diğer bir deyişle “erk” kavramı değişik görünümlerde ortaya çıkmış ve kamunun sosyal ve dolayısıyla psikolojik yapısını kontrol altında tutan içerikler kazanmıştır. Büyücüler, din adamları, şamanlar, kabile reisleri, ihtiyarlar heyetleri, krallar, imparatorlar, başkanlar; tüm bu yetke örnekleri belki de farkına varmadan bireyin sivil örgütsüzlüğünün boşluğunu doldurmak iddiasıyla meşrulaşmışlardır. Üretim tarzının niteliğinin “yetke”nin sınırlarını ve gücünü belirleyen temel bir etken olduğunun altını bir kez daha çizelim. Daha çok, kamuyu doğal ya da sosyal tehlikelere karşı korumak, sosyal düzeni ve sürekliliği sağlamak, kabile / topluluk ya da ulusal özerklik niteliğini elde etmek, Tanrısal bir inayete sahip olmak gibi söylemlerle meşruluk kazanmaya çalışan iktidar biçimleri totaliter, otoriter, aristokratik, demokratik, oligarşik gibi kavramlarla kategorileştirilen tiplere bürünmüşlerdir.Yaşamı sürdürme isteği insanın doğasındaki en güçlü dürtü. Bir topluluk ya da toplum olarak bir araya gelmiş insanlar için bireysel varlıklarının sürekliliğini sağlayabilecek organizasyonun kurulması geçmişten günümüze zorunluluk olarak algılanmış. Yetkeye gereksinim duyulmayan bir bilinç ve kültür düzeyine ulaşmak henüz çok uzak görünüyor. “Yetkenin anlamı nedir ?” sorusunun yanıtı da yukarıda belirttiğim gibi insanın kendisini “görme biçimi”nde bulunabilir. Bu, sosyalleşme sürecinde öğreniliyor. Yetkelerle yaşamayı öğretiyor toplum bize. Sosyal yaşamda varolan yetke türleri de kendi meşruiyetlerini sağlayan ideolojik aygıtlarını oluşturuyor. Siyasal yönetimler, hukuk sistemleri, eğitim süreçleri bu meşruiyeti sağlamada en önemli etkenler. Yani, her toplumsal yetke kendi sürekliliğini sağlayabilecek siyasal ideolojileri iktidar yapıyor ve hukukunu da buna uygun oluşturuyor. Eğitim sürecinde bir hedef olarak belirlenen insan modeli de devletin kendi varlığını sürdürebilecek şekilde belirleniyor ve uygulanıyor.İnsanlık tarihine baktığımızda “yetke” kavramına olumlu bir sıfat yüklemek zordur. Çünkü hep, kontrol eden, baskı altında tutan, kısıtlayan, köleleştiren, sınırlayan bir güç olarak görüyoruz yetkeyi. Böyle olunca yetkeye karşı bir tavır geliştirme bilinci de oluşuyor doğal olarak. Yasaklananı yapma eğilimi insanın doğasında var sanki... İlkellerden günümüze toplumsal yetkeler hem “bilgi” hem de “korku” yoluyla kurulmuş. Bir yandan büyücünün, rahibin, Tanrı “kut”una sahip monarkların ve modern tekniklerle donanmış günümüz iktidarlarının sahip olduğu bilgi ağı, bir yandan da baskıya, zora ve şiddete dayanan bir sindirme politikası... Birey, yetkeye karşı duruşunda, tüm bunları hesaba katmak zorunda kalıyor ve -“nitel güç” olamamış sivil toplum içinde yaşıyorsa bir de- çoğu zaman vazgeçiyor. Ayrıca, korku öğesinin içeriğine “din” olgusunu da eklemek gerekir. Çünkü, yüzyıllar boyunca dünyanın çeşitli uygarlıklarında siyasal yetkelerin başlıca egemenlik aracı din olmuştur. Yetkeye karşı duruşunda kendisini haklı kılacak bir söylemi bir türlü tutturamayan, kendisini yetke yapabilecek içsel duyguya ve bilince bir türlü ulaşamayan “kamu”, böylece, özelikle günümüzde sermaye egemenliğinin katılaştırdığı ve sağlamlaştırdığı yetkeleri alaşağı etmenin, olanaksızlığa yakın bir zorluk taşıdığını fark edip gittikçe pesimser ve pasifist bir niteliğe bürünüyor.Yetkenin anlamı, insanın yönetilmesi olgusunun insanın özüne ait bir gerçeklik olmasında değil, tersine insani özünü sosyal ilişkileri içinde kazanan bireyin -ve kamunun- kendi kendini yönetebilecek bir modeli bir türlü uygulayamamasındadır. Platon, “yöneticiler filozof, filozoflar da yönetici olursa ‘adalet’ sağlanabilir” diyordu. Bu söz çok olumlu bir anlayışı dile getiriyormuş gibi görünse de bir yöneticinin varlığını yadsımama tutumunu da içinde barındırıyor. Bir yetkeye gerek duymadan yaşayabilmek, toplumsal-ekonomik gerekleri bir yetke hiyerarşi olmadan yerine getirebilmek bu gün için bir ütopya... Ne böyle bilince sahip insan oluştu ne de bunun koşulları... Gelecekte ne olur bilinmez. Toplumsal sınıflar ötesi bir modelle gerçekleşebilir belki, belki de mutlak bir Tanrı inancına dayalı hoşgörü toplumuyla. Ama her iki modelin de üretimin planlanmasında ortak kararlara dayanabilecekleri bir üstün teknoloji döneminde olmaları gerek.Ayrıca ilkel komünallerdeki gibi bir psikolojik iç uzlaşmayı sağlayabilecek bir ilişkiler örgüsünün ve komplekslerden arınmış ve doygun bir insan topluluğunun oluşması gerekiyor. Tüm bunlara tanık olacağı dönemlerde dünya gezegeninin epeyce yaşlı olacağını söylemek bir karamsarlık olmasa gerek...

Şimdilerde yapabildiğimiz tek şey yetkelerin morarmış yüzlerine geçirdikleri maskeleri ezberlemekten öteye gitmiyor. Son ezberimizi Ağustos ayının son günlerinde yaptık. Körfez depreminden sonra televizyon ekranlarında, gazete fotoğraflarında bir kez daha gördük yetkenin morarmış yüzünü... Bu bir yüz kızarıklığı değildi, buna eminim, bu kırmızının en koyu türüydü. Bu bir morluktu...


***
Referans: Akdağ, Bülent. “Yetkenin Mor Yüzü”, İskenderiye Yazıları Dergisi. Sayı: 23, 1999.

Hiç yorum yok: