31 Temmuz 2008 Perşembe

Filozofun Özgürlük Sıkıntısı (Felsefe Tarihinde Özgürlük Sorununa Bir Bakış Denemesi)


Bülent Akdağ

Şu anda üstünüzde olan tişörtlerinizi veya gömleklerinizi kaldırın, bir bakın bakalım, göbek çukurunuz var mı ? Varsa eğer artık özgür değilsinizdir... Doğumunuzdan kalan en önemli işarettir göbek çukurunuz ve siz, doğmakla ‘ikinci insan’ oldunuz ne yazık ki !..Adem ve Havva’yı betimleyen resimlerin göbek çukurlu çizilmesinin en önemli anlamı -öyle yaratıldığı da savunulabilir tabi ki- bir determinasyonu (belirlenmeciliği) kanıtlıyor olmasıdır. Ressamlar bunu hiç düşünmediler belki de... Çünkü yaratılışın reddidir bu aynı zamanda ve bir neden sonuç bağıntısını gözler önüne seriverir. Neden-sonuç bağıntısı ise özgürlüğü ortadan kaldırır.Bu anlamda, doğa özgür değildir... Ya insan ? Onu hiç sormayın. İnsan külliyen bağımlı... Neye mi ? Herşeye... Özgür olduğumuz ne var ki ? İkinci insan olmakla toplumu oluşturduk biz. Böylece tarihin gizemli labirentlerini de örmeye başladık... Sonra... Sonra bir de özgürlük mücadelesine başlamaz mıyız, olanlar o zaman oldu işte... Herşey arap saçına dönüverdi... Özgür olduğumuz ya da kendimizi özgür duyumsadığımız herhangi bir anda aslında bir başka noktadaki özgürlüğü yok ettik. Bu kaçınılmazdı... Neden ? Çünkü bir sınır belirlemektir özgürlük. Tüm sorun sınırların çizilmesinden kaynaklanıyor. Gerek toplumsal alanda gerekse etik alanda durum böyle. Ve ne yazık ki o sınırlar hiçbir zaman eşit ve adaletli olarak belirlenmedi. Belki de hiç belirlenemeyecek...

Özgürlüğün tarihine bakış ilk insana doğru bir yolculuğu gerektirir. İlk insanın doğayla ilişkisinde ortaya çıkan güçlükler onda epeyce bir şaşkınlığa yol açmış olsa gerek. Gizemli ve düşmanca bir doğanın öldürücü darbelerine maruz kalan insanın, psikolojik bilinçaltı sorunlarının ve yaşamsal kaygılarının başlangıcı da o tarihlere rastlıyor belki. Böylece, içgüdüsel bir karşı koyuş, doğa karşısında çok safça bir özgürleşme süreci de işlemeye başlamıştır artık. Doğayı yenme mücadelesi... Bu manzara, sonucu bakımından günümüzdeki insanın doğayla olan ilişkisinde karşımıza çıkandan pek de büyük bir farklılık içermiyor aslında... Yine yeniliyoruz... Ve galiba her zaman bizden daha güçlü bir doğayla (evrenle) baş başa yaşamanın trajik sıkıntısına alışmamız gerekecek, alıştık ya da... Ama asıl sorun ‘ikinci insan’ın[i] ortaya çıkışıyla başlıyor... İki farklı insanın karşılaşıvermesi... Değerler ve çıkarlar çatışması. Yani bir kutuplaşma. Bir bakıma toplumun başlangıcı...Anlaşılabileceği gibi, Robinson Crusoe özgür değildi. Çünkü özgürlüğünü belirleyebileceğimiz ölçütümüz yok. Kuşlara, balıklara kıyasla özgürdü, diyebilir miyiz ? Bu noktada özgürlüğün “kime / neye karşı” olduğu sorusu ortaya çıkıyor. Yani insanı “insan” yapan toplumsal ilişkiler örgüsü, özgürlüğün de kutuplarını belirliyor. İşte bu kutuplaşmanın önlenemeyen süreci insanlık tarihinin izdüşümüdür.

Eğer içinizden gelen bir dürtü özgürlüğe yöneltiyorsa sizi işiniz her bakımdan zor demektir. Bir yanda özgürlük kavramının içeriğini doldurmada bir son aşamanın olamayacağını (yani ‘mutlak özgürlük’ durumunun olanaksızlığını, özgürlüğün her tarihsel zaman diliminde bir eksiklik taşıyabileceğini), bir yanda ise içinde yaşadığınız toplumsal yapının pek çok kurumuyla didişmek durumunda kalacağınızı hesaba katmak zorundasınız; öyle ki, çoğu zaman sistemin değerlerini ve meşruiyetini sorgulayan bir karşı bir duruşunuzun olması gerekir ve bu da pek çok bedeli ödemeyi öngörür. “ Eski Yunanca’da özgürlük anlamına gelebilecek eleutheria sözcüğü hareket imkanı olarak anlaşılıyormuş. Örneğin, ‘eleuthein hopös ero’: istediğim kadar gitmek, demek.” (1) Ama hiç kimse istediği yere kadar gidememiş; birileri her zaman daha önde yer almış gerçi ama kimse istediği yere ulaşamamış. Özgürlüğün toplumsal tarihini düşünürseniz pek çok çaba, emek ve hüzün, haksızlık ve kan imgeleri belirir gözlerinizin önünde. Yüreğinizin bir yerinde mutlaka duyumsarsınız o derin ağırlığını yitirilmiş dünyaların ve kaybolmuş insanların... Bir yandan umudu bir yandan umarsızlığı yaşarsınız. Hiç adını bilmediğiniz, yüzünü görmediğiniz insanların özgürlük uğruna canlarını verdiğini düşünmek trajikliğin doruğuna taşır insanı... Özgürce yaşamak uğruna ölmek... Neden ? Çünkü, bir reflekstir özgürlük dürtüsü. Su kadar hava kadar gerek duyduğumuz bir yaşama koşulu... Bir varolma koşulu... İnsanın toplumsal tarihi boyunca özgürlüğün bir “sorun” olmasının gerekçesi de burada yatıyor.Tarih... Herşey onun içinde saklı. Ve fakat herşeyi bulmak, aranılan herşeye ulaşmak olası değil. Bazen küçücük bir nesneden yola çıkarak düşleyebilirsiniz tüm olup bitenleri. Bir ören yerinde bulunmuş heykelcik, paramparça olmuş bir tablet, yarısı okunmayan bir fragment, gerçeğin sisini dağıtmakta ip ucu oluverir; ama eksiklikler kurgulara yöneltir insanı ve büyük zaman kayıplarına da yol açar doğal olarak. Asıl, küflenmemiş bozulmamış nesnelerdir sizi gerçeğin görüntüsüne yaklaştıran. Bir de neye, nasıl baktığınız önemlidir. Nesne edindiğiniz tarihsel boyut ve yönteminiz yani...

Şimdi, özgürlük sorununa daha geniş bir çerçevede ve felsefe tarihi içinden bakarsak Toplumsal, Etik ve Antropolojik tarzda özgürlük yaklaşımlarını görürüz.Toplumsal özgürlük, zorunlu olarak birlikte yaşamanın getirdiği çatışmalardan, farklılıklardan; isteklerin çeşitliliği ve varolma biçimlerinin öznel olmasından kaynaklanan bir sorun.Etik özgürlük, kişi-kişi ilişkisinde beliren ve değer/değerler kavram(lar)ı bağlamında ele alabileceğimiz bir olanağı işaret ediyor.Antropolojik özgürlük ise insanın salt insan olmasından kaynaklanan, onu diğer varlıklardan ayıran bir kavramlaştırma biçimi; bu, bir tür olarak insanın bütünlüğünü ve tüm yapıp-etmelerini kapsayan bir özgürlüğü dile getiriyor. Antropolojik özgürlük, kozmolojik (insanın doğa-evren yasalarının determinasyonu karşındaki özgürlüğü ) ve ‘ontolojik bir olanak’[ii] olarak ele alınabilir.Şimdi, ‘filozof’un özgürlük kavramını kavrayabileceğimiz bir araştırmaya girişebiliriz. Temel güçlüğümüz bir felsefe sistemi kurmuş düşünürlerin pek çoğunda sistemleştirilmiş ve belirginleştirilmiş bir özgürlük anlayışının olmamasıdır. Bu da ister istemez etik[iii] ve siyaset felsefesi alanlarının içinde daha çok kalmamızı gerektiriyor.

Bu bağlamda, özgürlük kavramının göreli olarak seçilebildiği filozofları ele almayı yeğliyorum. Kavramlara ilişkin hemen bir “tanım” bulma alışkanlığı, özgürlük kavramı karşısında bizi oldukça yüklü bir felsefe tarihiyle başbaşa bırakıyor: Platon, Aristoteles, Descartes, Spinoza, Kant, Hegel, Schopenhauer, Marks ve Engels, Nietzsche, Camus, Sartre...Sistemli bir felsefenin başlangıç noktası olduklarından dolayı yine, Antik Yunan toplumundan doğmuş felsefelerle başlıyoruz. Platon ve Aristoteles’i ele almak gerekiyor bu noktada. Onlardaki özgürlük anlayışlarını incelerken bir yandan yaşadıkları dönemin toplumsal siyasal koşullarını bir yandan da felsefi sistemlerinin özgün yapısını gözden kaçırmamakta fayda var.

Platon’un (M.Ö.427-347) özgürlük anlayışına “Er Mitosu” na (Devlet-10 Kitap 614-b/621-d) dayanarak bakabiliriz. Ruhlar, Hades Ülkesinde suçlarının ve iyiliklerinin karşılıklarını görüp, yeryüzüne dönecekleri vakit önlerine bir çok yaşam biçimi konuluyor. Bunlardan birini seçip dönüyorlar dünyaya... “Ruhlar oraya gelir gelmez hemen Lakhesis’in önüne çıkarılmışlar. Bir Tanrı sözcüsü önce onları sıraya dizmiş; sonra Lakhesis’in dizleri üzerinden kura numaraları ve hayat örnekleri alıp yüksek bir yere çıkarak şöyle seslenmiş onlara: ‘Zorunluluğun kızı bakire Lakhesis’in bildirisi şudur, dinleyin: Bir günlük ömrü olan ruhlar, yeniden ölümlü bir döneme girecek, yeniden doğumunda ölüm saklayan bir hayata döneceksiniz. Hayat periniz sizi seçmeyecek, siz hayat perinizi seçeceksiniz. Sıra ilk kime çıkmışsa, seçmeye o başlayacak, seçtiği hayat zorunlulukla kendisine bağlanacaktı. Herkes seçtiğinden kendisi sorumludur. Tanrı sorumlu tutulamaz.’ Bunu dedikten sonra, Tanrı sözcüsü sıra numaralarını serpmiş ve herkes önüne düşeni almış...böylece herkes seçmede kaçıncı sırada olduğunu öğrenmiş Bundan sonra Tanrı sözcüsü, bir sürü hayat örneği sermiş önlerine.” (2)Görüldüğü gibi Platon’da bir seçme özgürlüğü var; yani, her bir ruhun önüne sürülen yaşam biçimlerinden istediği birini seçme özgürlüğü. Ancak bu, içinde yaşadığımız görüntüler dünyasında değil, Hades ülkesinde (ölüler dünyasında) gerçekleşen bir olanak. Ama ruhun ölümsüzlüğüne inanan Platon için bu ayırım pek de fark etmez sanırım. Çünkü yaşanılan dünyada-devlette bir özgürlük söz konusu olmadığından olsa gerek Platon bunu, idealar kuramı içinde temellendiriyor.İsteme özgürlüğü göreli olarak kısıtlanıyor. Seçme özgürlüğüne göre belirleniyor. Yani seçme sırası sonlarda olan ruhun isteme özgürlüğü kısıtlanmış oluyor. Seçme sırası ilk başlarda olanın ise geniş bir olanaklılık içinde isteme özgürlüğü söz konusu. Ayrıca, İsteme ve Seçme özgürlükleri sürekli sınırlanıyor. Seçme özgürlüğü, ‘yaşam biçimlerinin sayısı’, ‘diğer seçiciler’ ve ‘ruhun daha önceki kişilik yaşantısı’ bakımından sınırlanıyor. İsteme özgürlüğü de buna bağlı olarak sınırlandırılmakta. Yani, bir sınırlılık içinde seçme ve isteme özgürlüğü var.Platon’da özgürlüğü kısıtlayan bir diğer öğe de “seçmemeyi” seçme özgürlüğünün olmaması.Ontolojik özgürlüğü “olmada” ve “yapmada” özgürlük olarak belirlemiştik. Bu bağlamda Platon’da “yapmada” bir özgürlük yok. “Olmada” bir özgürlük var; seçme ve isteme özgürlüğü olarak...

Platon’dan hemen sonra Aristoteles’i (M.Ö.384-322) görüyoruz. Aristoteles’te antropolojik-ontolojik anlamda hem “olmada” hem de “yapmada” özgürlük söz konusu. Eylemlerimizdeki itici gücün yani hareket ettirici nedenin insanın kendi elinde olduğunu düşünüyor; insan eylemlerini isteyerek yapıyor ve böyle olunca da yaptığı eylemlerden dolayı sorumlu olması gerekiyor. İsteyerek yapılan eylemler, harekete geçirici ilkenin yapanın elinde olduğu ve yapanın, eylemin koşullarının farkından olduğu durumlarda ortaya çıkıyor. Bilgisizlik, eylemin koşullarının ve ana noktalarının bilgisizliği; bunları bilmeyen insan istemeyerek eylemde bulunuyor.Eylemelerin akılcı ilkesi ‘seçim’ yapabilmektir; çünkü olanaksız olan bir şey, akla uygun olmayan birşey istenmesine rağmen seçilmeyebilir... Bundan dolayı, “...tercih(in) nesnesi düşünme sonucu bizim elimizin altında olunca tercih, elimizde olan şeylerin istenmesidir, çünkü düşünmenin sonunda bir karar verirsek, istememiz düşünmemiz ile uygunluk içinde olur.” (3) Böylece Aristoteles, ‘akıl’ı kullanmanın özgürlüğün temel koşulu olduğunu ifade ediyor. “Kılgısal ya da törel erdemler istek üzerine doğru yönlendirme ve denetim isterler ve bireyin davranışını özgür istencinin buyruklarına doğru çevirirler; ahlaksal davranış öyleyse özgür istek üzerine, istencin özgürlüğü üzerine dayanır. Aristoteles gerçekten de dışsal sınırlamalar gibi bir insanda iç bilgi yoksunluğunun da onun özgür, ahlaksal eylemlerde bulunmasının önüne geçebileceğini söylemiştir. Ama hiç kuşkusuz böyle engellerin karşısına çıkmadığı her durumda birey bilerek ve düşünerek doğru ahlaksal eylem yolunu seçebilir ve izleyebilir.” (4) Ancak, Aristoteles, toplumsal yaşam ve devlet anlayışı bakımından kişi özgürlüğünün sağlanması konusunda dönemin tarihsel-siyasal koşullarından kendini kurtaramamıştır. Siyasal yönetim biçimlerini iyi yönetimler (krallık, aristokrasi, politeia (Cumhuriyet) ve kötü yönetimler (tiranlık, oligarşi, demokrasi) diye ayıran Aristoteles en iyi yönetimin Aristokrasi olduğunun altını çizer. Bu bağlamda, en iyi ve en bilge yöneticilerin başta bulunduğu Aristokratik bir yönetimde bireyin özgürlüğü bir ‘iyi niyetli yöneticiler zümresi’nin inayeti varsayımına dayanmaktan öteye gidemez. Böylece özgürlüğün teorik düzlemde açıklanışı pratikte bir işe yaramaz. Aristoteles, kölelik rejimini meşru kabul eder çünkü. Belirtmek gerekir ki; “Aristoteles özgürlüğün bilgiyle olan bağlantısını görmüş ve insanın kendisi için uygun olan davranışın hangisi olduğunu görebilmesi için nedensellik yasalarını bilmesi gerektiğini belirtmiştir. Bilginin ancak toplumsal yaşamdaki deney ve deneyimlerden elde edilen sonuçların kuşaktan kuşağa iletilmesiyle elde edilebileceğini göremeyen Aristoteles’in, özgürlükle ilgili ikilemi, yani ancak toplumsal yaşamdan elde edilebilecek olan özgürlüğün toplumsal yaşamda kısıntıya uğrayabileceğini görebilmesi de olanaksızdı.” (5)

Şimdi geniş bir sıçrama yaparak yakın tarihlere gelelim. Günümüz düşünce dünyasına damgasını vurmuş filozoflardan biri olan Rene Descartes (1596-1650) 17. yüzyılın düşünce değirmeninin mihenk taşını oluşturur. Onun özgürlük anlayışını şu önermeyle ifade etmek olası: Şüphe ediyorum o halde özgürüm... Bunun, özgürlüğü öne alan bir bakış olmanın ötesindeki anlamı, ‘cogito ergo sum’ (düşünüyorum o halde varım) önermesine giden akılyürütme yolunun temel basamağını oluşturmasıdır. Unutulmaması gereken nokta şudur ki; Rasyonalizmin sac ayağından biri olan Tanrı[iv]* bile kendimizi özgür görüp görmememiz konusunda bir determinasyonda bulunamaz. Çünkü Descartes’ın belirttiğine göre, “kuşkulu şeylere inanmaktan sakınmamıza olanak tanıyarak aldanmamıza engel olan özgür bir tutumumuz vardır. Bizi yaratan her istediğini yapsa, hatta bizi aldatmaktan zevk bile duysa, kendimizde özgürlüğün varlığını duymaktan geri kalmayız. Bu öyle bir özgürlük anlayışıdır ki, onunla biz, istediğimiz zaman, iyice bilmediğimiz şeylere inanmaktan kaçınarak, aldanmamızın önüne geçebiliriz.” (6)İnsanda iki yeti belirliyor Descartes: Anlama yetisi ve İsteme yetisi. Anlama yetisinin sınırları belli, ancak isteme (arzulama) yetisinin sınırları belli değildir. İnsanın özgürlüğü onaylama ve onaylamama bakımındandır. Onaylamayı yapan isteme (arzulama) yetisidir. Bu onaylama anlama yetisinin bildiği şeyler üzerinde yapılır. Görüldüğü gibi bu iki yeti bir arada iş görür. Hatalarımızın kaynağı isteme yetimizin sınırsızlığıdır. Yani insanın kendisi... Dolayısıyla istememiz özgürdür. “İstencimizin özgürlüğü, yalnızca kendinden edindiğimiz deneyimle, kanıtsız olarak bellidir”(7)

Descartes’ın matematiksel yöntem anlayışından oldukça etkilenen ve 17. yüzyılın özgürlük teorisyenlerinden biri sayılan Baruch Spinoza (1632-1677) insanı özgürlükten yoksun kılanın tutkular olduğunu söyler. Ruhun bulanıklığından kaynaklanan pek çok tutku insanı edilgin duruma sokar çünkü. Bunun karşıtı ise ruhun etkin olma durumudur. Ruhun etkinliği, açık ve seçik düşüncelerle gerçekleşebilir. Ya tutkularına boyun eğip köle ol, ya da aklını kullanıp özgürleş... Bu slogan onun özgürlük kavramına yüklediği işlevi açıklar. Yani, ruh, hem tutkuların hem de düşünmenin bir tavrı durumundadır Felsefe tarihinde özgürlük sorununa ilişkin en yalın ve basit açıklamayı Spinoza’da görürüz böylelikle. Onun özgürlük anlayışını kavrayabilmek için felsefesinin panteist (Tanrı ve evren özdeştir anlayışı) niteliğini gözden kaçırmamak gerekir. Spinoza’da mutlak anlamda özgür olan tek varlık Tanrı’dır aslında. İnsan ise ancak düşünme yetisini kullandığında, düşünebildiğinde özgürlüğe adım atmaya başlar. Çünkü insanı özgürlüğe ulaştıran bilgi Tanrı bilgisidir. Özgür olup olmamamız Tanrı bilgisine ne kadar sahip olduğumuza bağlıdır. Tanrı bilgisi, doğa yasalarının (evrenin) bilgisidir aynı zamanda. Bu bağlamda aklını kullanarak doğanın yasalarını kavrayan insan -ki aynı zamanda Tanrı’yı da bilmiş olur- özgürleşir; tutkularından arınmanın getirdiği bir sonuçtur bu. Ancak herşey bu kadar da iyimser değildir aslında. Descartes’ın matematiksel yönteminden etkilenen Spinoza için doğa ve insan mantıksal-matematiksel bir yapıya sahiptir. Dolayısıyla insanın isteme özgürlüğü gerektirilmiş / koşullandırılmış bir özgürlüktür. Şöyle ki, “evrende hiçbir şey olumsal (zorunlu değil) değildir, tersine, herşey tanrısal doğanın zorunluluğu tarafından tikel bir yolda varolmak ve işlemek için koşullandırılmıştır.” (8)

18.yüzyıl, felsefe tarihinin en çok konuşulan filozoflarından birini, Immanuel Kant’ı (1724-1801) getirir dünyaya. Özgürlük kavramına böylesine ciddi ve özgün bir felsefi açılım getirmesi de ona bir ayrıcalık kazandırıyor tabi ki. Ona göre, akıl, saf yetisiyle bize transendental[v] anlamda bir özgürlük idesi veriyor. Fakat bu özgürlük temellendirilmemiş negatif bir özgürlük. Negatif anlamdaki transendental özgürlüğü, ‘belirlenmeme olanağı’ şeklinde anlamak gerekir. Fakat hiçbir zaman belirlenmeme anlamına da gelmez. Özgürlük özel şekilden bir belirlemedir; yani özgürlüğün insanı belirleyici bir yasası var: Ahlak Yasası. Özgürlüğü ahlak yasası aracılığıyla biliyoruz. Özgürlüğün olması da ahlak yasasını bulmamızı sağlıyor. İşte, ahlak yasası ve bunun tarafından belirlenme, özel bir belirlenme tarzı olarak pozitif özgürlüğü ifade eder. Çünkü ancak ahlak yasasını istediğimizde özgür oluruz. Bu anlamda özgürlüğün yasa koyucu bir yanı olduğunu da unutmamak gerekir. Kant’ın özgürlük anlayışı, eylemde, pratikte değil, eylemi istemede ortaya çıkar. Yani eylemde bulunmayı isteyen kişi özgürdür. Bu noktada eylemin içeriği ve niteliği önem taşımaz. “Genel olarak neyin istenmesi gerektiğini ise Kant ‘pratik buyruk’ dediği buyrukla şöyle içeriklendirir: ‘Öyle hareket et ki, eylemde bulunurken, her defasında, kendine ve başkasına sırf araç olarak değil, aynı zamanda amaç olarak da muamele edebilesin’. ” (9) Özgürlük, insan aklının yarattığı / tasarladığı bir olanağı dile getiriyor böylece. Bu olanağın gerçekleştirilmesi de bir ahlaki ödev formu içinde belirleniyor. Bu özgürlüğü etik bir düzlemde anlamaya çalışırsak, hem öznel hem de nesnel olabilen bir ahlak yasasına uyma zorunluluğunun özgürlüğün sınırlarını çizdiğini görürüz. Pratik buyruğun herkes tarafından ‘bir insan olarak’ istenmesi nesnelliği, bunun içeriğindeki kişisel farklar da öznelliği oluşturur. Dolayısıyla asıl özgürlük akıl alanında gerçekleşir. “Akıl varlığı olarak insan özgürdür, çünkü böyle bir varlık, aklın yasalarıyla belirlenmiştir. Kant’ta akıl yasalarıyla belirlenmiş olmak - dolayısıyla bu yaslara göre eylemek – özgür olmak demektir. Oysa doğa varlığı olarak insan, özgür değildir, bağımlıdır; çünkü böyle bir varlık doğa determinationunun, doğa yasalarının etkisi altındadır.” (10)

Kant’ta özgürlüğe biçilen akıl kaftanı Georg Wilhelm Friedrich Hegel’i (1770-1831) oldukça etkiler; çünkü tüm felsefesini ‘Geist’[vi] kavramıyla temellendirir. Onun öne sürdüğü sistem, günümüz idealist ideoloji ve öğretilerinin felsefi alt temeli olarak sıcaklığını koruyor hala... Onu bu kadar popüler yapan biraz da Marks’tır. Ancak günümüzdeki anlamıyla diyalektik yöntemin kapsamlı bir ilk örneğini oluşturmuş olmasını da unutmamak gerekir.Her şeyin en başında kendi başına olan, saltık (mutlak) durumunda olan ve kendi kendine özgür olan bir Geist’tan söz eder Hegel. Bu, Tanrısal bir saltıklık durumudur ki; önce doğayı ve sonra insanlık tarihini döngüsel bir ereğe doğru serimler. “ Saltık kendisini zorunlu olarak doğada belirtir. Açıktır ki bunu yapmak için kendine dışsal bir şey tarafından zorlanmaz. Zorunluk bir iç doğa zorunluğudur. Logos’un kendini belirtişindeki biricik özgürlük kendiliğindenlik özgürlüğüdür.”(11) Diğer bir deyişle, gerçekten özgür olan Geist’tır. Doğa ise bir zorunluluk ve olumsallık zeminidir. Tez durumunda olan Geist’ın özgürlüğünü, kendi kendini belirlemesi şeklinde anlamak gerekir. Bu özgürlük, kendi kendisiyle özdeş olan saltık aklın-Geist’ın kavramsal özgürlüğüdür; yani bir potansiyel güç durumundadır henüz. Anti-tez durumunda doğayı oluşturan Geist insanlık tarihiyle bir sentez sürecine girer. İnsanın özgürlüğünü nasıl anlamak gerekir ? “Kendini düşünen “ben”in kendi hakkındaki bilgisi, edimde, eylemde bulunmadığı sürece sadece basit bir özdeşlik bilgisinden ibaret kalır. İnsanın kendi kendini tanıması, sadece kavramına sahip olduğu “özgürlük”ün içeriğinin ne olduğunu bilmesi, ancak eylemde bulunması, kendini gerçekleştirmeye girişmesi ile olanaklıdır. Özgürlük kavramına sahip olarak eyleyen insanın ilk ve temel bilgisi, kendisi ile kendisi-olmayan, kendisi ile ‘diğeri’ arasında bağ kurmakla oluşur. ‘Özgürlük’e içeriğini verecek olan şey, öznenin, ‘ben’in, ‘öznel tin’in diğer özne ve ben’lerle karşılıklı etkileşimidir....O halde kavramına ve bilincine sahip olduğumuz ‘salt özgürlük’, bu etkileşim/diyalektik içinde, ancak tarihin sonunda tam olarak gerçekleşebilecek bir şeydir. Zaten insanlık tarihi salt özgürlüğe doğru giden bir süreçten başka bir şey değildir.” (12) Yani insanın özgürlüğü Geist’e dönüşle olası. Bu, Geist’ın bilinç düzeyinde kavranmasıdır. İşte Hegel’in akılsal özgürlüğü.

Aynı yüzyılda Pesimizmin (kötümserlik) doruk noktası Arthur Schopenhauer’u (1788-1860) görüyoruz. Schopenhauer’e göre anlamsız bir yaşamda felsefeye düşen iş insanoğluna bir çıkar yol sunmaktır aslında. “İçinde anlam bulunmayan bir dünya kötüdür ve varolmamak yeğdir.” (13) Tüm kötülüklerden kurtulmanın yolu ‘hayır’ demekten geçer. Böylece dıştan gelen her türlü etkiden ve içimizden gelen güdülerden sıyrılarak özgürlüğe varılabilir. “Özgürlüğe iradenin olumsuzlanmasıyla ulaşabiliriz. Yani bütün isteklerin, içtepilerin, dürtülerin, ortadan kaldırılması özgürlüğe ulaştırır bizi ve bu dünyadan sıyırır. İnsanoğlunun iradesi, tam anlamıyla güdülenmelerin nedenselliğine bağlı olduğuna göre, isteğin olumsuzlanması (ortadan kaldırılması), felsefesel ve estetik sezgiye benzeyen bir edimle olanaklıdır ancak. Böyle bir edim, sonlu dünyayı, yani fenomenler (görünüşler) dünyasını aşacak ve özneye, mutlaktaki özgürlüğü ve huzuru kazandıracaktır.” (14) Bir neden sonuç zinciri içinde yaşayan ve istemeleri belirlenen insanın özgürlüğü bir olanak durumundadır; bunun gerçeklik kazanması yalnızca tek bir durumda, belli bir kişi tipinde (özgür kişide) ortaya çıkar. Özgür kişi istemeye boyun eğmeyen kişidir. Dolayısıyla, “Schopenhauer’e göre özgür olmak, kausal bağlantıların dışına çıkabilmek, istemeye ve olduğu gibi hayata ve dünyaya ‘hayır’ diyebilmek; özgür olmamak ise, kausal bağlantılardan kopamamak, bilgiyi istemelere alet etmek demektir.” (15)

Karl Heinrich Marks (1818-1883) ve Friedrich Engels (1820-1895)... 20.yüzyıla damgasını vuran ve felsefelerini 21. yüzyıla taşıyacak olan geniş insan kitlelerini uykusundan uyandırıp özgürlük düşlerine gerçekçi ve toplumbilimsel temeller gösteren Alman düşünürleri... Engels, Anti-Dühring’de şöyle açıklar özgürlüğü: “Özgürlük, doğa yasaları karşısında düşlenmiş bir bağımsızlıkta değil, ama bu yasaların bilinmesinde ve bu bilme aracıyla bu yasaların belirli erekler için yöntemli bir biçimde kullanılma olanağındadır. Bu, dış doğa yasaları için olduğu denli, insanın maddi ve manevi varlığını yöneten yasalar,-gerçeklikte değil, olsa olsa kafamızın içinde ayırabildiğimiz iki yasa sınıfı- için de böyledir. Öyleyse istenç özgürlüğü ne yaptığını bile bile karar verme yetisinden başka bir anlama gelmez.” (16) Görüldüğü gibi, insanın, nesnel koşulları bilmeden, onun bilincinde olmadan sahip olduğuna inandığı bir özgürlük yalnızca görünüşteki bir özgürlüktür. İradede serbestlik olarak anladığımızda ise özgürlük, karar vermeyi bilerek yapmak, zorunluluğun bilincine vararak karar vermektir. Bilinç ve irade insandan bağımsız, havada bir yerlerde değildir; dolayısıyla insanı belirleyen somut koşullar bilinci de belirler; ancak diğer taraftan, bir bilinç düzeyine ulaşmış olmak koşulları değiştirme gücünü de beraberinde getirir. Yani bilinç ve ‘bilinç dışı’ arasında diyalektik bir ilişki söz konusudur. Bu anlamda, doğanın ve toplumsal tarihin zorunlu yasalarını kendisi için kullanabilmek özgürlüğün temel koşuludur. Bilinçle kurulan bir egemenlik söz konusudur burada. Marks’a göre sınıfsal özgürlük ortaklık durumunda gerçekleşir. Bu durumda özgürlük başkalarının özgürlüğüne karşı savaşmaktır. Oysa tüm insanları kapsayan gerçek anlamda bir özgürlük, dışsal etkilerle belirlenmiş üretim alanının ötesinde asıl karakterini kazanır. Yani emek sermaye çelişkisinin yaşanmadığı sınıfsız bir toplumda... Bu anlamda, emeği gereksinimleri karşılamak için bir araç olarak kullanmanın ötesine geçip emeğin salt kendisinin bir gereksinim olduğu bir yaşama alanını vurgular Marks; insani özün yitirilmemesini bir bakıma... Sonuç olarak, Marks ve Engels’te göre özgürlük, doğal ve toplumsal tarihin diyalektik gelişiminin bir ürünüdür. Ayrıca, bilincin artması ile özgürlük arasında doğru bir orantı[vii] olduğunu da çıkarabiliriz. Yani ne kadar çok bilinçli olursak o kadar özgür oluruz...

Günümüze oldukça yakın, henüz yüzyıl kadar önce yine Almanya’dan yükselen bireyci bir çığlığın sesini duyarız; Friedrich Wilhelm Nietzsche... (1844-1900) Duyarız ve hala anlamaya çalışırız ne dediğini. Bir yandan çok fazla birşey söylemeye gerek yok onun için ve diğer yandan öylesine çok şey söylemeye de gerek var ki. Onun hakkında herkes bir parça birşeyler bilir: “Zerdüşt Böyle Buyurdu”yu bilmeyen yoktur sözgelimi ama bu temel kitabını gerçekten anlayarak okuyanın çok fazla olduğunu da sanmıyorum. Zordur çünkü. İşte geleceğin insanını yaratmak için zorlu metinler kaleme almış bu 19. yüzyıl filozofu, immoralist (toplumsal ve dinsel her türden değeri dışlayan) bir düşünceyi felsefesinin temeli yapar. Yaşadığı çağın tüm geleneksel ve dinsel değerlerini sorgulayan ve bunların kişiyi körelttiğini dolayısıyla tüm bu değerlerden kurtulmak gerektiğini savunan Nietzsche, iradesinin güçlülüğüne dayanan ve kendi değerlerini yaratan ‘üstün insan’ı dünyanın anlamı yapar. Dolayısıyla, özgürlük kişi tipi olarak karşımıza çıkıyor Nietzsche’de. Üç ayrı insan tipinden söz edilebilir: Moral, Nihilist (aktif ve pasif) ve Yaratıcı. Moral insan, içinde bulunduğu toplumun moral değerlerini ve anlamlarını olduğu gibi kabul eden ve ‘istiyorum’ diyemeyen tiptir. Nihilist insan bir geçiş durumunu ifade eder. Kişi bu noktada ya aktif ya da pasif durumdadır; Pasif durumda pesimizme, aktif durumda ise yaratıcı insana doğru bir geçiş söz konusu olur. Özgürlük nihilizmdedir. Yani moralden kopan, immoralist olan insanın kendine yeni değerler bulma çabası sürecinde ortaya çıkar. Ya yeni değerler bulup yaratıcılığa gidecektir ya da pasif kalacaktır. Bu ara durumda kişi hiçbir değerlendirme yapmaz; işte özgür durum da budur.

Yirminci yüzyılın en renkli simalarından biridir Jean Paul Sartre (1905-1980). Sartre’ın özgürlük anlayışı, varlık felsefesinin temellerine sinmiştir. Onun, kendinde varlık (nesnel varlık) ve kendisi için varlık (öznel varlık=birey) ayırımından yola çıkarsak; insan varlıkta bir delik açarak, yani ‘yokluk’u keşfederek kendi üzerine bir bilinç sahibi olur. Bu, ister istemez gerçekleşen ve insanı özgürlüğe sürükleyen, insanın özgürlüğünü kanıtlayan bir atılımdır ve ‘varoluş özden önce gelir’ savının açılımını da verir bize. Nedir ? İnsan önce vardır, sonra özgür atılımıyla /eylemleriyle özünü oluşturur. “‘Bulantı’ romanında romanın kahramanı Antoine Roquentin deniz kıyısında yassı çakıl taşlarını denize atıp sektirerek eğlenmektedir. Yeniden bir taş almak üzere eğilir, aldığı taşa bakar: bir yüzü kurudur taşın, ama öbür yüzü nemli, çamurlu ve yapışkandır. Birden bir bulantı duyar ve taşı hemen elinden atar. Bulantı yalnızca öznel bir duygu değildir, bize asıl gerçekliği anlık bir parıldama içinde açar. Dünya düzensizdir, pistir ve karşı duran bir şeydir.... Birçok insanlar yapışkanlık içinde yaşarlar. Ancak bulantı bizi bu yapışkanlıktan kurtarır... varolmaya götürür. Bulantı Sartre’ın bütün felsefesinde yol göstericidir.... Sartre’a göre insan bir olanaklar toplamıdır; ....temelinden özgürlüktür.... Özgürlüğe mahkumdur insan. Özgürlük onun alınyazısıdır. Herşeyde özgürdür insan yalnız özgürlüğünde değil. Kimse insanı özgürlüğünden kurtaramaz, ne kendisi ne de bir Tanrı: Özgürlük onun özüdür (essence).(17)Toplumsal yaşam içinde sorumlulukları olan, ilişkileri olan insan hep karar vermek ve seçmek durumundadır. Bu seçme eylemini sağlayan insanın kendi üzerindeki bilincidir; diğer deyişle özgürlük dürtüsüdür. ’Dünyaya atılmış olan’ kendi bedensel varlığına şu ya da bu şekilde bir ‘öz’ kazandırır böylece.Görüldüğü gibi Sartre’ın özgürlük anlayışına yoğun bir bireysellik sinmiştir; bir ara Marksizm’den etkilenmiş olması onu ‘salon koministi’ yapmaktan kurtaramamıştır.

Son olarak Albert Camus’yu (1913-1960) ele alalım. Onun özgürlük görüşünü anlamak için ‘absurd’ (saçma, anlamsız) kavramına bakmak gerekir. Camus’nun yola çıkış noktası bu kavramdır. Kişi, yaşamına ilişkin neden böyle sorusunu sorar ve yanıt alamazsa, onda absurdlaşma, başlamıştır. Bu ilk bilinçlenme dönemidir; uyumsuzun kozasından çıkmaya başladığı dönem yani... Uyumsuz, dünya ile insan arasında ortaya çıkar. Aslında kişinin gördüğü şey, dünyanın kendi başına bir anlamı olmadığıdır; ve akıl da bunu öğretecek durumda değildir. Akıl ancak uyumsuzluk duygusunu verir. Uyumsuz insanın içinde bulunduğu duruma ilişkin çıkaracağı mantıksal sonuçlardan biri, başkaldırma diğeri de özgürlüktür. Öz olarak, bir soyutlama olarak özgürlük sorusu anlamsızdır; özgürlük uyumsuza bağlıdır. “Uyumsuz şu noktada aydınlatıyor beni: yarın yoktur. Bundan böyle derin özgürlüğümün akılsal dayanağı işte.” (18)Umut yok, yarın yok, gelecek yok. O halde herşey yapılabilir. Camus’ya göre, eylem özgürlüğünün sağlanması gerekir. Eylem özgürlüğünün sağlanması uyumsuz duygusuyla olasıdır. Eylemde sınırsız bir özgürlük vardır; ve uyumsuz insanın tek yapabileceği şey kendi kendini tüketmektir. Sınırsız eylem yapmaktan yola çıkarsak, bu özgürlüğün tek kanıtı insanın kendi kendisini yok etmesidir. Yani, intihar... Bu bir özgürlük potansiyelinin kanıtıdır aslında; özgür olma gücünün uç noktası...

Şimdi, ele aldığımız bu filozoflarda görünen o ki özgürlük sorunu yüzyıllardır çok taraflı bir tartışma gündemini oluşturmuş. Sınırların ne olduğu sorusu bireysel ve toplumsal düzlemde, metafizik ya da gerçekçi durumlarda incelenmiş, bu konuda savlar ileri sürülmüş, çözümlemeler yapılmıştır. Ama sorun devam ediyor. İnsanın sınırları nedir / ne olmalıdır sorunu... İnsan Hakları Bildirileri, Uluslararası Sözleşmeler, Anayasalar; hep bu sınırları çizme çabasının somutlaşmış metinleridir. Kim mutlu peki ? Birileri... Sınırları dar olanlar ve gittikçe daralanlar hiç de mutlu değil elbette.Bu yazıda felsefe tarihindeki özgürlük sorununa nasıl bakılabileceğine ilişkin bir çerçeve çizmeye çalıştık. Ama biri size Ay’ı gösteriyorsa parmağa değil Ay’a bakın...



KAYNAKLAR


(1) Hukuk Felsefesi ve Sosyoloji Arkivi Yayınları:3, ‘Düşünce Özgürlüğü’, Hazırlayan: Hayrettin Öksüz, Afa Yayıncılık, Bilim Dizisi: 7, İstanbul 1998, s:40.

(2) Platon, ‘Devlet’, Çev: Hüseyin Demirhan, Hürriyet Yay.60, Büyük Klasikler 5, Yunan Klasikleri 2, 617-e, 1.Baskı 1973 İstanbul.

(3) Aristoteles ‘Erdem Üzerine’, Ethika Nikomekhea, III. Kitap, 1109 b30-115 a5, Çev: Zeynep Aruoba, MEB, Düşün, Bilim, Eğitim Dergisi, Sayı 1, Ankara 1979.

(4) William S. Sahakian, ‘Felsefe Tarihi’, Çev: Aziz Yardımlı, İdea Yayınevi, İstanbul 1997, 3. Basım, s: 75.

(5) Vehbi Hacıkadiroğlu, ‘İnsan Felsefesi’, Cem Yayınevi, İstanbul, Kasım 1997 s:30.

(6) Rene Descartes, ‘Felsefenin İlkeleri’, Çev: Mesut Akın, Say Yay. 1.baskı, Aralık 1983, İstanbul, s: 56.

(7) Rene Descartes, ‘Felsefenin İlkeleri’, Çev: Mesut Akın, Say Yay. 1.baskı, Aralık 1983, İstanbul, s: 82.

(8) William S. Sahakian, ‘Felsefe Tarihi’, Çev: Aziz Yardımlı, İdea Yayınevi, 3.Basım, İstanbul, 1977, s:134.

(9) İoanna Kuçuradi, ‘Uludağ Konuşmaları’, Türkiye Felsefe Kurumu, Türk Felsefe Dizisi 1, Ankara 1988, s:3.

(10) ‘Yazko Felsefe Yazıları’, Hazırlayan: Selahattin Hilav, ‘Etik ve Antropolojik Açıdan Özgürlük Kavramı’, Takiyettin Mengüşoğlu, Ağaoğlu Yayınevi, İstanbul 1982, s:32.

(11) Frederick Copleston, ‘Felsefe Tarihi’, Cilt VII, Bölüm 1c, Hegel, Çev: Aziz Yardımlı, İdea Yayınevi, 3.Basım, 1996, İstanbul, s: 40.

(12) Doğan Özlem, ‘FelsefeYazıları’, Anahtar Kitaplar Yayınevi, Nisan 1993, İstanbul, s:171-172.

(13) Macit Gökberk, ‘Felsefe Tarihi’, Remzi Kitabevi, 4.Basım, 1980, İstanbul s:449.

(14) Selahattin Hilav, ‘Schopenhauer’in Felsefesi’, Yazko, 1983, İstanbul, s:32.

(15) İoanna Kuçuradi, ‘Schopenhauer ve İnsan’, Yankı Yayınları.

(16) Friedrich Engels, ‘Anti-Dühring’, Çev: Kenan Somer, Sol Yayınları, 2.Baskı, Mart 1977, Ankara, s: 202-203.

(17) Bedia Akarsu, ‘Çağdaş Felsefe’, MEB Yayınları, Düşün Dizisi 3, İstanbul 1979, s:131-132.

(18) Albert Camus, ‘Uyumsuz Yaşama’, Çev: Tahsin Yücel, Varlık Yayınevi, Aralık, 1974, İstanbul, s: 68.



Notlar

[i] Burada dile getirilen ‘ikinci insan’ kavramını ve iki farklı insanın yollarının birbirleriyle kesişmesi durumunu bir yaratılma durumu olarak yani, Adem ve Havva gibi bir öncelik sonralık ilişkisi biçiminde düşünmemek gerekir. Daha çok bir Robinson ve Cuma ilişkisidir sözünü ettiğim. Yani birarada oluşun yol açtığı bir özgürlük sıkıntısı... Bir kişi doğayla savaşır; iki kişi hem doğayla hem birbirleriyle. Özgürlük sorunu bakımından ele aldığımızda ‘ikinci insan’ tüm ‘ötekiler’i kapsamaktadır. Yani üçüncüyü, dördüncüyü, beşinciyi...

[ii] Ontolojik özgürlüğün iki belirlenimi var: insan varoluşunun ‘olmada’ ve ‘yapmada’ gerçekleşmesi:a) İnsanın ‘diğerleri’ karşısında şu ya da bu şekilde varlığını ifade edebilmesi olanağı, bir başka deyişle, şu ya da bu şekilde ‘olmak’ için istence dayalı bir seçim yapabilme gücü. Yani bir biçimde varolma olanağı.b) İnsanın, yapıp-etmelerini belirlerken önüne serilmiş değerler silsilesinden seçim yapabilmesi ve böylece kendisini özgür kılabilecek ‘eyleme’ olanaklarını gerçekleştirmesi... Yani bir biçimde eylemde bulunma olanağı.

[iii] Özgürlük kavramını insanın tüm yapıp-etmeleri öncesindeki istenç (irade) özgürlüğü olarak düşündüğümüzde etik alanına girmiş oluyoruz. Eylemi yönlendiren bir isteme ve seçme olanağını dile getiriyor özgürlük böylece. Ama yalnızca etik açısından değil toplumsal ve antropolojik açıdan da saptamamız gereken örnekler olduğunun altını bir kez daha çizelim.

[iv] ‘Ben’, ‘dış dünya’ ve Tanrı; Descartes’ın, araçsal septisizminden sonraki adımda içine girdiği kanıtlama sürecinde nesne edindiği üç kavramdır. Zihninde bulduğu Tanrı kavramının öznesi olan Tanrınınontolojik anlamını, onun yetkinliğine güvenerek ortaya koyar.

[v] Apriori (deney öncesi) bilginin sınırlarını araştırma ve eleştirme yöntemi.

[vi] Geist: [Yun. Puneuma, nous = soluk, nefes] Tin, ruh, akıl, evren ilkesi, düşünme ve bilinç ilkesi.

[vii] Otodeterminist özgürlük anlayışını çağrıştırıyor. Buna göre, insan kişiliği bakımdan gelişmiş ve bilinçli ise diğerlerine göre daha özgür olacaktır. Yani isteme, seçme ve eyleme olanaklarını bilen kişi bunların farkında olmayana göre daha avantajlı bir duruma sahip olur.


***
Referans: Akdağ, Bülent. “Filozofun Özgürlük Sıkıntısı”, İskenderiye Yazıları Dergisi. Sayı: 22, 1999.

Hiç yorum yok: