31 Temmuz 2008 Perşembe

Aklın "Zırt" Dediği Yer


Bülent Akdağ

Laplace, ünlü Gök Mekaniği adlı kitabını Napolyon'a sunduktan bir süre sonra onun tarafından şöyle eleştirilmiştir: "Fakat Mösyö Laplace, ben bu kitabın içinde Tanrı'ya rastlamadım." Laplace'ın buna yanıtı ise ünlüdür: "Bu kitabı yazarken böyle bir hipoteze ihtiyacım olmadı.
"Akıl hep kazanmak ister. Haklı olmaya, doğru yöntemi seçtiğine inanmaya çabalar. İnsanlık nesnel evriminin yokuşlarını akıl sayesinde aşmıştır. Bilim, felsefe, sanat ve toplumsal tarihin yol gösterici ışığıdır akıl... Ama çıkışı olmayan yollar vardır. Dönüp dolaşıp aynı noktaya gelir insan. Yürürsünüz ama hiçbir yere varamazsınız. Bir çıkmazda olduğunuzu sezseniz bile içinizden gelen bir dürtü ileriye doğru iter sizi. Belki bir kapı aralayıp çıkabilirsiniz de, ama çıkış, çıkışsızlıktır. Çıktığınız yer başladığınız yerdir. Son, başlangıçtır... İşte bu aporia'dır (çıkmaz). Akıl yürütme yetimizin birdenbire şaşırıverdiği bir an.
Şaşkınlıktan olacak geçmişten günümüze aklın duyarlı olduğu, ince eleyip sık dokuduğu noktadır, aporia. Paradokslar, metafizik problemler, çatışkılar (antinomi) ve trajik karşıtlıklarla yüklüdür insanlığın akıl tarihi; aporialarla... Yenilgiyi kabullenmez bir yapısı var insanoğlunun. Gerek mantıksal çıkmazlar gerekse toplumsal tarihin pratik çıkmazları içinde debelenip durur. Kafa patlatır. Aklın iflas ettiği noktalarda bile hüznün, üzüntünün kırıklığından kurtulup bir çıkış arar. Teslimiyet, akla ihanettir... İnsanoğlunu başlangıçtan bu güne taşıyan, inançlar değil akıl(lar) olmuştur. İnanç, aklın henüz yetmediği noktada belirir. Garip olan, aklın egemen olamadığı bilgi nesnelerinin evrenin uzak bir yerinde çok uzak bir gelecekte dahi varlığını sürdüreceği gerçeğidir. İşte en önemli aporialardan biri.
Akıl ve inanç; tüm sorun bu galiba. Tanrıyı reddetmek ya da kabul etmek aklın şaşkınlığını önleyemez. İnanç, aklı erteler. İnançsızlık ise aklın şaşkınlıklarına kapı aralar. Sonsuzluk, içinden çıkılmaz bir girdap oluverir. Akıl yetimiz "ilk neden" aramaya mı yatkın gerçekte, yoksa kullanabildiğimiz beyin hücreleriyle başka bir yöntem boyutu algılayamıyoruz da ondan mı hep ilklere yönelişimiz? Kör inanca saplanmadan neden-sonuç bağlantısı dışına çıkamayışımızın gerekçesi aklın çaresizliği mi acaba? Evrendeki herşeyi bilmek olanaksızken, durmaksızın artan bilgi yığını, pratik yaşam için mutlak bir gereklilik ancak bu durum bilim adamının algıladığı sonsuzluğu çoğaltmaktan öte de kalmıyor. Bilmemek ise insanı diğer varlıklarla benzer kılmaktan başka bir sonuca ulaşmıyor. İki gözlü iki kulaklı bir bitki topluluğu olmak da vardı. Tüm soruların yanıtlandığı bir evrende yaşamanın önemi yok aslında. Akla gereksinim duyulmayan bir evren tasarımı ayyaşlık gibi bir şey olurdu; bir "sonluluk" sarhoşluğu... Aklın yittiği bir evren ise insan uygarlığının ulu bir çınar gibi devrilip çürüyüşüne tanık olacak sanırım.Şimdi şu saptamayı yapmakta yarar var: Akıl bir yandan 'inanç'a karşı duruşunda kendini haklı kılacak bir temellendirme formu ararken, diğer yandan kendi içindeki çıkmazlarla (aporia) uğraşır durur. Bu yazıda akıl-inanç karşıtlığına da kıyısından köşesinden değinmekle birlikte, asıl olarak, aklın 'aporia durumu' nu yansıtan örneklerin serimini yapmaya çalışacağız.

Paradoks:
Felsefe tarihine baktığımızda -ve mantık tarihine- inanılmaz bir biçimde, ikibin yıl varlığını koruyabilmiş paradokslarla karşılaşıyoruz. Paradoksların felsefe tarihindeki açılımına Elea'lı Zenon'la (M.Ö. 490-430) başlamak olası. Zenon, hocası Parmenides'in arkhe (ilk neden) kavramını savunmak ve temellendirmek adına kıvrak zekasını kullanarak ünlü paradokslarını oluşturur. Parmenides'e göre, bir varoluş olarak evrenin, ilk nedeni "Bir" dir. "Bir" kendi başına olan, değişmeyen, hep aynı olmuş olan ve aynı kalacak olan başlangıçtır ve dolayısıyla da 'son'dur. Parmenides'in "Bir" kavramıyla kastettiği evreninin bütünlüğüdür ve bu bütünlük duyu algıları yoluyla hiçbir zaman kavranamaz. İşte Zenon, Bir'in kavranmazlığını kanıtlamak için "hareketin olurluğu ve olmazlığı"na ve "nesnelerin sonlu ve sonsuzluğu"na ilişkin paradokslarıyla duyuların ve aklın acizliğini gösterip, şaşırtıcı problemler ortaya koyar. Nesneler, der Zenon, sayıca hem sonludurlar hem de sonsuz. Sonludurlar çünkü, ne kadarlarsa o kadardırlar; ne daha fazla ne daha az... Yani önünüze bir kazan koyun ve içine sürekli "nokta" atın; sonsuz sayıda nokta atabilirsiniz, ama kazan önünüzde durmaktadır işte. Sonsuzdurlar da çünkü, her nesne bir diğerini sınırlar, başka deyişle bir nesnenin varolma ya da algılanma koşulu başka bir nesnedir. Bir nesne varsa sonsuzluk vardır. Hareketin var olup-olmamasına ilişkin ise çok bilinen paradoksunu öne sürer: Dönemin ünlü koşucusu Akhilleus ile bir kaplumbağayı yarıştırır. Kaplumbağa kısa bir süre önce yarışa başlarsa Akhilleus hiçbir zaman ona yetişemeyecektir. Çünkü önce kaplumbağayla arasındaki mesafenin yarısını koşması gerekecektir. Bu mesafenin yarısına gelmek için yarı mesafenin de yarısını koşmalıdır ve tabiki yarı mesafenin yarısının yarısını da... İşte bu sonsuza kadar bölünebilen bir mesafedir gerçekte ve aslında Akhilleus yerinden kıpırdayamayacaktır bile. Şöyle bir şey: Bir kağıda çizgi çizin, gördüğünüz bu çizgi üzerinde sonsuz sayıda nokta düşünün. Zenon'un hareket konusundaki diğer kanıtı da şudur: "Uçan ok aslında durmaktadır"; aslında ok yaydan çıkamaz bile. Bir okun uçması demek yolu üzerindeki her noktada bulunması demektir; yani hareket bir noktadan diğerine geçiş olarak düşünülür ki işte o vakit şu sorun karşımıza çıkar: sonsuz küçüklükteki sonsuz noktalar dizisinde bir noktadan diğerine geçmek olanaksızdır. Dolayısıyla ilk noktada kalıverirsiniz.Zenon, hocası Parmenides'ten önceki evren algısına (arkhe kavramına) karşı oluşturduğu bu kanıtlarıyla mantık-matematik tarihinin problematik konularından birini de başlatmış olur. Ta ki 19.yüzyıla kadar sürer bu durum. Sembolik mantık ve bilim felsefesi alanındaki çalışmalar Zenon paradokslarına bir çözüm getirebilmiştir. Bu konuda George Cantor'un kümeler teorisi işe yaramıştır. Buna göre sonsuz kümeler dikkate alındığında parça-bütün ilişkisi Zenon'daki anlamından farklılaşır. Çünkü sonsuz küme, herhangi bir bölümünde kendisinde olduğu kadar eleman bulunan bir yığın olarak tanımlanır. Ama paradokslar yalnızca Zenon'un tekelinde değildir tabi ki.
Şimdi bir de felsefe tarihi içinde ortaya çıkmış ve nedense bir 'açmaz' olarak algılanmamış bazı paradoks örneklerini ele alalım:"Değişmeyen tek şey 'değişme'nin kendisidir." Bu önerme Herakleitos'tan günümüze değin "diyalektik" kavramının tarihinde hep bir sav slogan olarak anılsa da bir mantık sorununu içinde barındırıyor gibi geliyor bana. Bu önermede birlik ve çokluk (ya da bütün-parça) olarak bir ayrım var. Çokluk değişmekte ama birlik değişmemektedir. Ama paradoksal olan durum şudur ki; 'birlik' çokluğun birliğidir. 'Birlik'in içindeki 'çokluk' değişmekte olduğuna göre 'birlik' de değişmiş olmaz mı?
Bilgi ve erdemi özdeşleştirme çabasındaki Sokrates'in ağzından çıkıveren "Bildiğim tek şey hiçbir şey bilmediğimdir" sözünü yorumladığımız zaman bilginin yüceliğini vurgulaması gibi bir sonuca ulaşıyoruz ve bu hiçbir sorun yaratmıyor. Oysa bu önermeye salt anlamsal açıdan baktığımızda şunu görüyoruz: hiçbir şey bilmeyen Sokrates 'bir şey'i nasıl bilebilir?
David Hume'un bilimlerin nedensellik ilişkisini bile bir alışkanlığa indirgediği "İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Soruşturma" adlı yapıtında dile getirdiği ünlü önermesi "Yarın güneş doğmayacak" ta geçen 'yarın' sözcüğü 24 saat sonrası bir yarını mı ifade ediyor yoksa bilinmez bir geleceği mi? Dolayısıyla, "Yarın" sözcüğünün anlamındaki belirsizlik bile bir kuşkuya ve paradoksa yol açabilir.
Görüldüğü gibi paradokslar, ileri sürülen savların doğru ve yanlış bir biçimde kanıtlanmasının aynı oranda olası olduğunu ortaya koymaktadır.

Metafizik:
Bir ağacın gövdesine tutunmuş bir sincap düşünün. Ağacın çevresinde de bir adam, ağacı merkeze alarak dönmekte olsun. Adam döndükçe sincap da, ağaç, adamla kendi arasında kalacak şekilde ağacın gövdesine tutunarak dönüyor olsun; öyle ki adam sincabı hiç göremesin. Şimdi bu durumda, ağacın çevresinde dönmekte olan bu adam sincabın çevresinde de dönmekte midir? İşte metafizik bir tartışma. Yani adam sincabın çevresinde hem döner hem de dönmez; ya da ne döner ne dönmez. Bu açmazdan kurtulmak için baktığınız açı önemlidir. Bu örnek durumun dile getirdiği açmazlar (aporia), pratik sonuçları bakımından William James tarafından Pragmatizm (metafizik tartışmaların yatıştırılması yöntemi-uzlaşımcılık-arabulucu felsefe) ile çözülse de/çözülmek istense de metafizik tartışmaların çıkışsızlığını gösteren bir mantık olgusu olarak kalmıştır.
Metafizik, M.Ö. I. yüzyılda Rodos'lu Andronikos' un Aristoteles'in metinlerini düzenlerken doğa üzerine yazdığı notlardan sonraya aldığı ve varolanların düşünsel çözümlemesini yaptığı notlara verdiği addır. 'Fizikten öte' anlamına gelen metafizik, Aristoteles bağlamında 'ilk felsefe' (prote-philosophia) olarak nitelenmiştir. Antik çağ felsefesinde metafizik kavramı deneyin dışında olma ve durağan olma gibi bir anlam içerir. Başka deyişle düşünce yoluyla, mantıkla kavranan "varlık" üzerine yapılan akıl yürütme biçimlerini kapsar. Bu anlamıyla da Antik dönem felsefesine eşdeğer olduğu görülür.
Skolastik dönem, yaklaşık bin yıllık Ortaçağ Avrupasının İncil'deki önermelerin gündelik sorunları çözebileceği umuduyla Aristoteles'in kıyas yöntemini kullanması çabaları içinde geçmiştir. Deney ve gözlemin ötelendiği ve metafizik düşüncenin şahlandığı bir süreçtir bu. İncil'deki savlar, postulat (zorunlu bir biçimde geçerli sayılan önerme) olarak alınıp, Aristoteles'in tümdengelim formundaki kıyas yolunu kullanarak tek özel durumları açıklama ve kanıtlama amacı güdülmüştür. Böylece akıl ve inanç uzlaşımının da gerçekleşebileceği düşünülmüştür. Çünkü gerek başlangıçtaki Patristik dönemde ve gerekse özellikle 11.yüzyıldan sonraki Skolastik dönemde bu karşıtlığın oluşturduğu yoğun tartışmaları görüyoruz. Augustinus'un (354-430) ortaya attığı ve daha sonra da Anselmus'un (1033-1109) savunduğu "anlamak için inanıyorum" ile Aquino'lu Thomas'ın (1225-1274) savunduğu "inanmak için anlıyorum" görüşleri arasındaki tartışma Hristiyan Kilisesi çerçevesinde gelişen başat gerilimi yansıtır. İlginçtir, ortada absürd bir durumun söz konusu olduğu hiç fark edilmemiş belki de... Uzun yıllar kiliselerin loş duvarlarına sinmiş akıl ve inanç çatışmasının çözümü kendi içinde saklıydı oysa. Nasıl mı? Şöyle, anladığınız vakit inanmaya gereksiniminiz olmaz; inandığınız vakit ise anlamaya... Katı bir yaklaşım olarak görünse de, problemi, Demokles'in kılıcı gibi çözüyor.Buna bağlı olarak gelişen bir başka açmaz (aporia) ise "tümeller sorunu"nda ortaya çıkar. Gerçek olan kavramlar mıdır yoksa nesneler mi? Daha uç bir soru olarak "Tanrı'nın varlığı mı öncedir yoksa kavramı mı?" Bu tartışmanın bir yanında Anselmus ve Aquino'lu Thomas 'gerçekçilik' düşüncesiyle tümellerin nesnel olduğunu yani kavramından önce varlığının olduğunu ya da kavramın, varlığın içinde olduğunu savunarak Kilisenin gücünü korumaya çalışırken, diğer yanda Ocham'lı William (1300-1349) 'nominalizm=adcılık' ve Duns Scotus (1270-1308) 'voluntarizm=istençcilik' düşünceleriyle önce kavramların varolduğunu ve iradenin bilgiye götüren anahtar olduğunu savunup Kiliseyi temellerinden dinamitliyorlardı.Ortaçağın bu ayrıcalıklı tartışmaları metafizik düşüncenin boyutlarının genişlemesine bilimin ve özgür düşünceye dayalı felsefenin ikircikli kalmasına yol açmıştır. Binlerce yıl kapalı kapılar ardında olagelen akıl ve inanç savaşımı, insanın toplumsal tarihine sefaletten başka birşey katmamıştır.
Kant'ın "problem metafiziği" kavramı, metafiziğin günümüzdeki anlamına en yakın bir açılımı yapar. Deney dışı sorular alanı olarak metafizik, Kant felsefesinde kozmoloji (evren sonlu mu yoksa sonsuz mu?), teoloji (Tanrı var mıdır yok mudur?) ve psikoloji (ruh ölümlü müdür yoksa ölümsüz müdür?) alanlarında ortaya konup, "problem metafiziği" şeklinde şöyle ifade edilir: tüm bilimlerde her zaman sonuna kadar çözülemeyecek problemler olacaktır; bilim adamı ne bunları çözebilecek ne de sormaktan vazgeçecek... Nedir bu sorular? Yukarıda belirttiğimiz temel sorulardır açıkçası: Tanrı'nın varlığı, ruhun ölümsüzlüğü ve evreninin sonsuzluğu... İşte bilim gelecekte de bu soruları yanıtlayamayacak ve bu konuda nesnesini tüketen bir bilgi ortaya koyamayacak. Aklın trajikliği işte.

Antinomi:
Metafizik kavramı bağlamında değindiğimiz gibi, 18.yüzyılın akıl eleştirmeni Kant da payını almıştır aklın çıkmazlarından. Onun antinomilerinden söz etmeden geçemeyiz. Aklın kendi içinde zorunlu olarak düştüğü açmazlardır antinomiler. Pratik alanda, fenomenler dünyasında, deney alanında mutlak idelerle karşılaşamayız. Ancak apostriori (deneysel) bir karşılığı olmayan teorik idelerdir aklı şaşırtan. Salt aklın mutlak ve koşulsuz ideleri ruh, evren ve tanrı gibi idelerdir. Bu kavramlara ilişkin yapacağımız akıl yürütmelerde birbirine karşıt iki önermenin aynı oranda doğru sayılması olanağı vardır. Bu da aklı şu antinomilere götürür:1.Evren, sonludur/sonsuzdur.2.Maddenin en küçük parçaları vardır/yoktur.3.Evrende özgür biçimde gerçekleşen bir nedensellik ilişkisi vardır/yoktur.4.Evrenin ilk nedeni olan bir varlık vardır/yoktur.
Kant, özellikle üçüncü antinomi üzerinde durur. Buna ilişkin bir örnek olarak İoanna Kuçuradi'nin "Saf Aklın Eleştirisi"nden çevirdiği "Özgürlük Antinomisi" metnini buraya almayı gerekli görüyorum."Tez: Doğa yasalarına uygun bir kausalite (nedensellik), bir bütün olarak dünyanın görünüşlerinin çıkarılabileceği kausalite değildir. Bunların açıklanması için, özgürlükten gelen bir kausaliteyi de kabul etmek gereklidir. İspat: Doğa yasalarına uygun bir kausaliteden başka bir kausalitenin olmadığı kabul edilsin; o takdirde, olup biten herşey, bir kurala göre tek istisna göstermeksizin izlediği daha önceki bir durumu gerektirir. Şimdi bu önceki durumun kendisi de olup bitmiş (daha önce olmadığına göre, zamanda olup bitmiş) bir şey olmalı; çünkü her zaman (var) olsaydı, ondan çıkan da ortaya çıkmaz, hep (var) olurdu. Demek ki bir şeyin olup bitmesini sağlayan nedenin kausalitesi, kendisi de olup bitmiş bir şeydir; ki o da yine, doğa yasasına göre, daha önceki bir durumu ve kausalitesini, bu da daha öncekini... gerektirir. Demek ki, herşey sırf doğa yasalarına göre olup bitiyorsa, her defasında alt bir başlangıç vardır. Ama hiçbir zaman ilk bir başlangıç yoktur; dolayısıyla birbirinden çıkan nedenler bakımından tam bir zincir yoktur. Doğa yasasıysa tam 'yeterli olarak a priori belirleyen neden olmadan, hiçbirşey olup bitmez' (düşüncesinden) ibarettir. Demek ki, her kausalitenin sadece doğa yasalarına uygun olduğu cümlesi, sınırsız genelliğinde, kendisiyle çelişir ve demek ki, bu kausalite, kausalite olarak kabul edilmez.Buna göre, nedeni daha gerilerden, daha önce gelen başka bir neden tarafından zorunlu yasalara göre belirlenmeden bir şeyin olup bitmesini sağlayan bir kausalite kabul edilmelidir; yani doğa yasalarına uygun akan görünüşler zincirinin kendiliğinden başlaması olan nedenlerin mutlak kendiliğindenliği (etkide bulunma), dolayısıyla doğanın akışında görünüşlerin zincirlenmesinin nedenler bakımından onsuz hiç tam olamayacağı transcendental özgürlük kabul edilmelidir.Antitez: Özgürlük yoktur; dünyada herşey sırf doğa yasalarına uygun olarak olup biter.İspat: Dünyada olanların, ona uygun bir şekilde ortaya çıktığı özel çeşitten bir kausalite olarak transcendental anlamda bir özgürlüğün olduğu; yeni bir durumu dolayısıyla bunun sonuçlarının zincirini nasıl olsa başlatan bir imkan kabul edilsin; o takdirde, bu kendiliğindenlik (etkide bulunma) ile yalnız bir zincir ortaya çıkmayacak; bu zinciri ortaya çıkaran kendiliğindenliğin (etkide bulunmanın) da belirlenmesi, yani kausalite, nasıl olsa başlayacak, öyle ki olup biteni bu hareketli yasalara uygun belirleyecek hiçbir şey de daha önce olmayacak. Ama her harekete başlama, henüz harekette bulunmayan sebebin durumunu; hareketin dinamik ilk başlangıcı da, daha önce gelen tam aynı nedenle kausalite ilişkisi olmayan, yani hiçbir surette ondan çıkmadığı bir durumu gerektirir. Demek ki transcendental özgürlük kausal yasaya karşıdır ve ardarda gelen durumlarda etkileyen nedenlerin zincirlemesi boş bir uydurmadır; dolayısıyla hiçbir tecrübe görülmeyen bu zincirlemeye göre, tecrübenin birliği mümkün değildir.Demek ki, doğadan başka, dünyada olayların bağlantılılığını ve düzenini onda anlayabileceğimiz bir şey yoktur. Doğa yasalarından hür (bağımsız) olma, zorlamadan bir kurtulmadır, ama aynı zamanda bütün kuralların ipucundan da kurtulmaktır. Zira dünyanın akışındaki kausalitede, doğa yasalarının yerini özgürlüğün yasaları alsın denemez; çünkü o yasalara uygun belirleniyorsa, özgürlük olmaz ancak doğa olur. Demek ki, doğa ve transcendental özgürlük arasındaki fark, yasallıkla yasasızlık arasındaki fark gibidir; yasallık ise nedenler zincirinde olanların kaynağını hep daha yükseklerde aramağa zorlar; çünkü kausalite her defasında onlara bağlıdır ama zararsız bir tutumla tecrübenin tam ve yasalara uygun bir birliğini vaat eder. Oysa özgürlüğün gözleri örten perdesi nedenler zincirini araştıran anlama yetisini, belirlenmeyen bir kausaliteye götürmekle sükunete kavuşturur; bu kausalite, hareketi kendiliğinden başlatan bir kausalitedir, ama kendisi kör olduğu için, kuralların ipucunu kaçırır; oysa ancak böyle bir ipucuyla tam birlikli bir tecrübe mümkündür." Görüldüğü gibi birbirine karşıt olan iki önermenin ikisini de doğru saymakla çelişmeye düşülmüş olur. Deneyin dışına çıkmakla düşülen bu aporialardan ister istemez kaçınamıyoruz der Kant ve fakat bu antinomileri çözme uğraşından da geri durmaz.

Trajik:
"Tanrı'nın, kutsadığı insanı aynı solukla da lanetlediği doğru değil midir?" diyordu Kierkegaard 'Korku ve Titreme' de.Nedir trajik? İoanna Kuçuradi, "Sanata Felsefeyle Bakmak" adlı kitabında Max Scheler ve Friedrich Nietzsche'de trajik olanı ele alırken bu sorunun yanıtını "değer" kavramı bağlamında veriyor. 'Değer' etik olarak düşünülüyor ve gerek tek kişiyle ilgili, gerekse tek kişiyi aşan durumlarla ilgili olarak tanımlanıyor. Burada trajik, kişi için olumlu sayılan yüksek bir değere aynı anda hem evet hem de hayır demek durumunda kalmakla açıklanır. Başka bir bakışla, trajik, yok edilen ve yok eden değerlerin aynı zamanda olumlu iki değer olması durumunda ortaya çıkan çatışma durumudur. Faust'un Tanrılaşmak adına ruhunu şeytana satması, İkarus'un balmumuyla omuzlarına yapıştırdığı kanatlarla güneşe yaklaşması ve düşüp ölmesi, Sisyphos'un ve Promethus'un Tanrıların cezalandırılması yüzünden çektikleri acılar, Oidipus'un yaşadıkları, işte tüm bunlar trajik örnekleri olarak ele alınabilir. Ayrıca, gündelik yaşamda karşılaştığımız pek çok trajik örneği bulmak olası. Ama burada başka bir şey söyleyeceğiz. Yukarıda belirttiğimiz her iki trajik tanımı da birbirine yakın anlamlar içeriyor. İkisini bir kavramda toplayacak olursak yine "aporia" kavramını dile getirmemiz gerekir. Çünkü bir çıkmazdır trajik.
Trajik kavramının, yalnızca etik değerleri bakımından değil, akıl değerleri sayılan 'doğru' ve 'yanlış' kavramları açısından da ele alınabilme olanağı var. Çünkü gerek paradoksal durumlarda gerek antinomilerde ve gerekse metafizik tartışmalar içinde akıl yürütmenin belli bir anında karşılaşılan durum, doğru ve yanlışın aynı oranda kabul edilebilir olduğu bir çatışmayı yansıtır. Bir aporia'yı yani... İşte aklın trajiği... Aklın kutsanması ve lanetlenmesi bir bakıma... Doğru akıl yürütme sürecinde ortaya çıkan biçimsel mantık çelişkileri ve anlamsal tıkanıklıklar açısından ele aldık aporia'yı; herşey yolunda giderken birdenbire ortaya çıkıveren, şaşırtan, duyarlı noktaları; aklın zırt dediği yeri yani... Kavramların anlamları üzerinde yapılacak çözümlemelerle bazı açmazlar aşılabilir elbette ama akıl yürütme yetisinin temel ilkelerini kullandığımızda karşılaştığımız çıkmaz durumlarda yapılacak tek şey farklı bir düşünme yöntemi geliştirebilmektir galiba. "Epokhe" (yargı vermeme, yargısızlık tutumu) biçimindeki bir duruş biçiminin yani, aklın, aporialarla karşılaştığında, bu durumu olduğu gibi kabul etmesi ve hiçbir yargıda bulunmaması gibi bir özelliğinin de olabileceğini savunmak Antik Yunan' daki septiklerin (kuşkucular) ekmeğine yağ süren bir alternatifi denemekten öte bir işe yaramaz diye düşünüyorum; epokhe tutumu, sorunu çözmek yerine onun ötesinde/karşısında beklemeyi öneren bir nitelik taşır çünkü. Gerçi ilk nedene ulaşma konusunda alabileceğimiz "epokhe tutumu", sorunu, bizi bir daha rahatsız etmeyecek şekilde ortadan kaldırabilir belki, ama sürekli yargı veren bir akla sahip insanoğlunun yargı vermekten vazgeçmesini ummak boşuna bir çaba gibi geliyor bana.

O halde ne yapmalı?"Akıl, yaşamın acımasızlığını önleyemese bile hafifletir." diyordu bir düşünür. Haklı. Yaşam biyolojik anlamda bir aporia'dır; ölümü içinde barındırır... Yaşadıkça ölüme yaklaşmakta oluşumuz her ne kadar nesnel bir olguysa da, yaşamın içeriğini sonsuzlaştırmak ve "ölümü" öldürmek olası... Nasıl mı? Bu belki de üçüncü yolu bulmaktan geçiyor. Nikos Kazancakis'in "Zorba"sında geçen bir söz dizisinde saklı belki bunun yanıtı: "Yaşamla ölüm arasında bir üçüncü yol daha vardır; o da dansetmek..."

***
Referans: Akdağ, Bülent. “Aklın Zırt Dediği Yer”, İskenderiye Yazıları Dergisi. Sayı: 21, 1999.

Hiç yorum yok: