30 Temmuz 2008 Çarşamba

Eğitim Hakkı ve Özgürlüğü Üzerine


Bülent Akdağ

Bir insanın diğer bir insanı ya da bir devletin kendini oluşturan yurttaşlarını eğitmeye hakkı ya da sorumluluğu var mıdır ? Hemen hepimiz hiç düşünmeden ‘elbette’ diye yanıtlarız bu soruyu. Peki böyle bir sorumluluğu, böyle bir ‘eğitme hakkı’nı doğal bir olgu olarak görüşümüzün ve başkası adına, karşımızda duran kişi adına, ona hiç sormadan karar vermenin nedeni nedir ? Bu soruya da hemen bir karşılık bulmak olası. Çünkü, ‘insanlaşma’nın birincil temelini ‘eğitilmek’ oluşturuyor. Çünkü ‘insan’ tek tek her bireyde varolan ayrı bir öz değildir; içinde yaşadığı toplumsal - kültürel çevrenin ilişkileriyle oluşur. Yabanıllığın alternatifi toplumsallaşmadır çünkü... Toplumsallaşmak ve kültürlenmek, eğitimin sağladığı ‘olmazsa olmaz’ insan özellikleri olarak insan uygarlığını sürekli kılar. O halde birilerinin diğerlerini ‘eğitme’ gibi bir hakkı ya da sorumluluğu olduğunu kuşkuya düşmeyecek şekilde kabul ediyoruz. Buraya kadar bir sorun yok. Sorun; kimin kimi eğittiği, nasıl eğittiği ve ne adına eğittiğidir... Devletin kamusal alanda uyguladığı eğitimin niteliği ve amaçları bu sorunun temellerini verecektir bize. Önceden düşünülmüş ve belirlenmiş bir ‘insan tipi’ne ulaşmak adına sürekli değiştirilen eğitim programları ve yöntemleriyle gelip giden bir süreçte yaşıyoruz. Türkiye’de çok alışkın olduğumuz ‘geçiş aşaması’, ‘deneme süreci’ gibi kavramlara sığınarak sorunları ciddiye almayan herkes eğitimin keşmekeşinden, hakların ve özgürlüklerin yitirilmesinden birinci dereceden sorumludur. Gerek etik değerlerle donanım gerekse ‘iyi yurttaş !’ olma anlamında hedeflenen ‘insan tipi’ politikası tutmamıştır . Devlet adına kimin kimi eğittiği belli değildir; kapısına MEB harflerini konduran denetimsiz bir çok özel okulda uygulanan eğitim süreçleri bunu gösteriyor. Programlar ve yöntemler sürekli iflas etmektedir.
İnsan haklarının tanınmasını ve korunmasını sağlayan organizasyon hukuksal açıdan devlet kurumudur. Ancak altını çizerek belirtmemiz gereken bir şey var ki o da, özellikle insan haklarını koruma konusunun yalnızca devlete havale edilemeyeceği gerçeğidir. Bir toplumsal yapının zorunlu ilişkileri içinde birarada olan kişiler, hangi nedenden olursa olsun insanlar arasında hiçbir fark gözetmeden ‘insan onuru’na yakışır değerlere sahip çıkmalı ve her zaman bunun bilincinde olmalıdırlar. “İnsan onuru” kavramı özgürlüğün sınırlarını belirlemede bir ölçü... İnsan onuruna yakışır olma ve bunun korunması gerekliliği bizi yine temel insan hakları kavramına götürüyor. Temel insan haklarının ölçütü nedir ?
“İnsanlık olarak başardıklarımıza bakarak edindiğimiz, insanın olanaklarına ilişkin sistematik bilgi ve bu olanakların gerçekleşebilmesini sağlayan koşulların bilgisi, bize bu ölçütü sağlıyor. Bu ölçütle, bir bütün oluşturan, ama insanın olanaklarıyla ilgilerinde, sanırım, farklı gerekler getiren temel hakları temel olmayanlardan ayırabiliriz” (Kuçuradi, 1996: 50). İnsan onurunu belirleyebilece-ğimiz ölçüyü araştırdığımızda karşımıza, insan olmaktan dolayı sahip olmamız gereken temel insan haklarının ayırım gözetmeksizin herkes tarafından kullanıla-bilmesi olanağının tanınması koşulu çıkıyor. Kim sağlayacak bunu ? Daha önce de söylediğim gibi en başta devlet... Yani devletin üç sacayağı: Yasama, Yürütme, Yargı... İnsan haklarını temel alan ve onları koruyan yasaların çıkarılması ya da çıkarılan her türlü yasada ‘insan’ unsurunun dikkate alınması; iktidar sahiplerinin, icraatlarında insan onuruna yakışır programlar üretmeleri; hukuk sisteminin insan haklarına dayalı olması... Şunun altını çizmek gerekir: insan haklarının tanınması ve korunması iki ayrı durumu ifade ediyor. Temel hakların tanınmış olması yetmiyor yani, bunların korunması ve uygulanma serbestisinin sağlanması şart. İnsan hakları birilerine karşı, birşeylere karşı korunacaksa devleti oluşturan tüm kurum ve kuruluşların objektif, yansız, adam kayırmadan ve hiç kimseye ayrıcalık tanımadan işlemesi gerekiyor. Bu kurumları işleten kimlerdir ? Bireyler... O halde öncelikle bireyler temel insan haklarını anlamış, kavramış ve benimsemiş olmalıdırlar. Bireylerin bu konuda, bahsettiğim niteliklere sahip olabilmeleri de ancak eğitim süreci içinde gerçekleşebilir. Dönüp dolaşıp eğitime geldik yine. Eğitim denen sihirli anahtara... İnsan hakları bilincinin kazandırılması eğitim yoluyla sağlanabileceğine göre, öncelikle eğitim hakkının ve özgürlüğünün korunması, tanınması ve pratikte bir geçerliliğinin olması gerekmez mi ?
Hak kavramı ile özgürlük kavramı arasında bir ayırım yapmak gerekiyor. İnsan haklarının gerçekliği ile özgürlüğün gerçekliği... Temel insan hakkı olarak düşünülmüş ve korunması gereken olanakların uygulanabilme sınırı özgürlüğün olup olmadığına ya da ne kadar olduğuna ilişkin bir değerlendirmeye götürüyor bizi. Yani pekçok konuda haklarınız olabilir ama o konularda özgürlüğünüz olması için iradi seçme ve eyleme davranışınızda bulunabilmeniz gerekir. Bir hak olarak kalmış özgürlükler sayfaları açılmamış bir kitap gibidir; içinde ne yazdığını bilemezsiniz böylece; ve doğal olarak kendi sınırlarınızı kullanabilmenin deneyimine sahip olamadığınız bir durumda kendinizi tanıma şansınız da olamaz. Kendinize yabancı bir ‘başkası’ olarak yaşarsınız... Özgürlüğün yitirilmesidir yabancılaşma...
Seçenekleriniz yoksa nasıl özgür olabilirsiniz? Sözgelimi üniversite sınavına girmeden üniversite okumak gibi bir seçeneğiniz yoksa Yüksek Öğrenim özgürlüğünden bahsetmeniz saçma olur. Orta öğretimde bireyin yeteneklerine ve ilgilerine denk düşmeyen dersleri öğrenmek zorunda olması durumunda nasıl bir özgürlükten söz edebilirsiniz ? Altmış kişilik sınıflarda ders anlatmama seçeneği yoksa bir öğretmenin özgürlüğünden söz edilebilir mi ? Öğretim programlarının içeriğini tartışmak, değiştirmek ya da belirlemek konusunda bir yaptırımı olamayan eğitimcinin bu konuda özgür olduğu da söylenemez sanırım. Bu soruları o kadar çok uzatabiliriz ki... Ama geldiğimiz nokta hep haklar ve özgürlükler ayırımı olur. Şimdi eğitim hakkı kavramını somutlanmış bir metin üzerinde görelim: “ Madde 42 – Kimse, eğitim ve öğretim hakkından yoksun bırakılamaz. Öğretim hakkının kapsamı kanunla tespit edilir ve düzenlenir. Eğitim ve öğretim, Atatürk ilkeleri ve inkılapları doğrultusunda, çağdaş bilim ve eğitim esaslarına göre, Devletin gözetim ve denetimi altında yapılır. Bu esaslara aykırı eğitim ve öğretim yerleri açılamaz. Eğitim ve öğretim hürriyeti, Anayasaya sadakat borcunu ortadan kaldırmaz. İlköğretim, kız ve erkek bütün vatandaşlar için zorunludur ve Devlet okullarında parasızdır. Özel ilk ve orta dereceli okulların bağlı olduğu esaslar , Devlet okulları ile erişilmek istenen seviyeye uygun olarak, kanunla düzenlenir. ...Eğitim ve öğretim kurumlarında sadece eğitim, öğretim, araştırma ve inceleme ile ilgili faaliyetler yürütülür. Bu faaliyetler her ne suretle olursa olsun engellenemez.” ( Şakar, 1989: 55 ) Eğitim ve öğretimin bir hak olarak tanınması ve sağlanması devletin bir ödevi olarak düşünülmüştür. Eğitim özgürlüğünün sınırı olarak da ‘Anayasaya sadakat’ belirlenmiştir. Yani eğitim ve öğretim özgürlüğünü kullanmak bakımından bir hareket alanı ancak Anayasaya bağlılık çerçevesinde olabilir. Bu bağlamda Anayasanın herhangi bir temel maddesine aykırı bir eğitim özgürlüğü söz konusu değildir.
Garip olan şudur ki temel bir insan hakkı olarak düşünülmüş ve tanımış ‘eğitim hakkının’ özgürlüğe dönüşmesinde “insan hakkı” kavramının özüne ters düşen bir durum söz konusu. Teori ve pratik arasında yaşanan bu uyuşmazlık noktasının kanıtı Türkiye gerçeğidir. Nedir ? Haklar bir idea olarak vardır aslında, hiçbir zaman gökyüzünden yere ‘insan onuruna’ yakışır bir şekilde indirilememiş, bölük pörçük ve keyfi tutumlarla yaşamsal alana yamanmıştır. Gün kurtarılmaktadır; gelecek zaten hiç düşünülmeyen bir kör noktadır. Siyasi iktidarların Milli Eğitim Bakanları o kadar sık değişmektedir ki birisinin ismini ezberleyemeden diğeri gelmektedir. Eğitim politikaları öylesine düşünülmeden uygulanmaktadır ki yeni eğitim mevzuatı daha kavranamadan iptal edilmekte ya da yerine yenisi sürülmektedir. Hiç kimse kendi öz yapısından beslenen özerk bir Milli Eğitim Bakanlığı kavramını sorgulamamıştır örneğin. Ya da siyasi iktidarın atadığı Bakanın emrinde olan eğitimcilere siyaset yasağının varlığı bir güvensizlik abidesi olarak yer almaktadır hukuki metinlerde... Eğitimcilere güvenmemektedir Devlet... Ancak okul müdürlerinin siyasi kanallarla kadrolaşmaları da sanki doğal bir durummuş gibi durmaktadır önümüzde. Görüldüğü gibi, kimin ne kadar özgür olabileceğini belirleyen bir siyaset ahtapotu haklar ile özgürlüklerin ayrımını kendi açısından çok becerikli bir şekilde yapmaktadır. Minareyi çalanlar kılıflarını hazırlıyorlar hep ve hiçbirşey ‘görünmüyor !’ ortalıkta... 10 Aralık 1948’de kabul edilen Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Bildirisi’nin 29. Maddesinde kişisel haklarla özgürlüklerin sınırlanmasının olası durumu şöyle belirlenmiştir: “ Haklarını ve özgürlüklerini kullanırken, herkes, sadece yasalar tarafından başkalarının hakları ve özgürlüklerine gerekli saygıyı sağlamak ve demokratik bir toplumda ahlak, kamu düzeni ve genel gönencin gerektireceği haklı gereksinimleri karşılamak amacıyla getirilen sınırlamalara uyacaktır.” (Birleşmiş Milletler Türk Derneği, 1979: 18) Ama Türkiye’de ‘genel gönenç’, ‘tikel-tekil’ gönence dönüşmüş durumda... Özgürlüğün sınırlarını da kişisel gönenç çerçevesi belirliyor...
Türkiye’de herkesin eğitim hakkı vardır-ana dilde eğitim hakkı isteyenler dışında- ama herkesin eğitim özgürlüğü yoktur... Bireylerin eğitim hakkını kullanabilmeleri ve eğitim özgürlüklerini somutlaştırabilmeleri için sosyal-kültürel ve ekonomik koşullarının ‘yeterli’ olması gerekir. Nedir bu yeterlilik ?
Türkiye’de ‘kişi’ kabul edilen herkesin ‘insan’ olarak olanaklarını gerçekleştirebilmesini sağlayan ön koşulların olmasıdır. Bu ön koşullar en başta sosyal-kültürel ve ekonomik hakların tanınması durumunda sağlanabilir ve ancak o zaman eğitim hakkı gibi temel bir insan hakkının da korunması söz konusu olabilir. Diğer taraftan, sözünü ettiğim bu sosyal hakların yalnızca tanınmış olması yetmez; ilgili hakların kişi özgürlükleri olarak ‘yaşanabilmeleri’ gerekir. Bu da ‘bütün yurttaşların eşit olduğu’ fikrine bağlı olarak siyasi iktidarın / iktidarların alacağı kararlarla sağlanabilir. İşte ancak bu noktada eğitim özgürlüğü süreci başlayabilir... Ama bu, Türkiye koşullarında bir ütopya; görünen köy kılavuz istemez... İnsanlar arasında yaşam koşulları bakımından böylesine farklılıkların olduğu bir ülkede eğitim özgürlüğünden söz ettiğinizde onu yalnızca bir ‘hak’ olarak algılıyorsunuz demektir. Sınıfsal, kategorisel ya da bireysel; her türlü anlamda sosyo-ekonomik olarak varolan eşitsizlikleri görmezden gelip kapitalizmin altın bir tepsi içinde sunduğu ‘fırsat eşitliği’ aldatmacasını büyük bir lütufmuş gibi düşünmeye başlamak, eğitim - eğitme - eğitilme özgürlüklerini gayya kuyusuna atmak demektir.
Hakların ve özgürlüklerin bilincinde olmamak bir mazeret sayılamaz. Eğitim hakkı ve onun özgürlük olarak yaşanması durumunu tartışmak, ‘eğitim’ kavramını sorun edinmiş herkesin sorumluluğudur diye düşünüyorum. Ne yapılmalıdır ?
Eğitim sorunun çözümü toplumsal yaşamın diğer sorunlarından yalıtılarak gerçekleştirilemez. Hukuk, ekonomi, kültürel durum, sosyal devlet, demokrasi, etik; ve daha pek çok alandaki sorunlarla eşgüdüm söz konusudur. Eğitim hak ve özgürlüklerinin insan onuruna yakışır biçimde yaşanabilmesi diğer alanlardaki sorunları da çözmekle olası. Ağaçlara bakarken ormanı görmeyi unutmayalım...


***
Referans: Akdağ, Bülent. “Eğitim Hakkı ve Özgürlüğü Üzerine”, Eğitim ve Yaşam Dergisi, 4:15, Ankara, 1999, s.15-18.

Hiç yorum yok: