31 Temmuz 2008 Perşembe

Tek Yönlü İletişim


Bülent Akdağ

Dil bir aynadır, herkes orada kendini görür.”

Herkes biraz da yalnızdır... Kalabalıklar içinde... Kitle, herkesi yutmaya çalışır nedense... Sürükler... Birdenbire ve nedenini kavrayamadığımız bir anda yalnızlığı yaşayıveririz... Belki bazen, yabancılaşmanın doruk noktasına yuvarlandığımız da olabilir... Bıkmadan usanmadan yüzümüzü görebileceğimiz “birşey” ararız yine de; yüzümüzü görebileceğimiz bir yüz belki, kitlenin içinde ve fakat kitleyi göremeden... İlk anlarda ruhumuzu saran bu yalnızlık durumuyla baş edemeyeceğimizi düşünüp yılgınlığa kapıldığımız da olur; ama gitgide alışırız ve unuturuz. Yalnızlığımızı unutmak kaderciliğe boyun eğmektir ister istemez. Çünkü artık “ben”, “kitle” olmuştur; yani tüm “ötekiler”den biri... Böylece herkes ötekileşerek yalnızlaşır...Tüm ötekilerin toplamından daha fazla birşeydir “kitle” ve yalnızlığı giderecek yerde artırır nedense... Farklılaşmayı isteriz doğallıkla. Dil, size farklılığınızı gösterir... Eksikliğinizi, fazlalığınızı, tekilliğinizi ve çoğulluğunuzu... Öteki olduğunuzu, “kitle” içindeki yalnızlığınızı yani...Korkarız da... Dilsizlik korkusudur biraz bu... Anlaşılamamak sıkıntısı...Hiç kimseye söylemeyeceğiniz bir şey yaşayabilir misiniz ? Sözgelimi, bir gün bir şey yapın ve bunu ölene kadar kimseye söylemeyin. Yalnızca size ait bir sır olsun bu. Nasıl bir şey diye mi soruyorsunuz ? İpucu verebilirim: anlamlı ve iyi bir şey olmalı... Ve sıradan olmayan bir şey. Biçimini de siz bulun artık. İşte yalnızlık korkusundan kurtulabilmek için atabileceğimiz ilk adım bu olabilir.Herşey, anlamlandırıldığı sürece yaşıyor... Nesneler... Doğa... İnsanın kendisi... Biriktirdiğiniz eski eşyalar... Anlam üretemediğimiz zaman boğuluyoruz.Cuma, Robinson’un adasına gelinceye kadar Robinson iletişimsiz yaşamaktaydı... Yalnızdı... Yalnızken kendi kendisiyle bir iletişim kurabildi belki; ama bu, insanın kendisiyle satranç oynaması gibi bir şeydir. Bir monolog... İçsel dünyanızı sorgulamaktan öteye gitmez. Güçlü olmayı gerektirir. Bu durumdaki insan, yalnızlığa dayanabilecek bir iç duyguyu barındırabilmelidir. Montaigne’nin “Denemeler”inde sözünü ettiği türden bir yalnızlıkdır bu; herşeyi yitirme durumuna hazırlıklı olmak bir bakıma... Baudelaire’in “Paris Sıkıntısı”nda söz ettiği yalnızlık; “....yalnız olamamak gibi büyük bir mutsuzluk...” Sözgelimi, şairler ve filozoflar, yalnızlığa büyük ölçüde gereksinim duyan insanlar olageldi. Bunu, üretmeleri ve düşünmeleri için bir gereklilik olarak algılıyorlardı belki de. Ama, sıradan insan için gereksinimi duyumsanan şey yalnızlık olmadı hiçbir zaman. Yaşamlarını sürdürme eylemliliği içindeki milyarlarca insan için gerekli olan şey, hep iletişim oldu...

İnsanoğlunun başlangıcıyla birlikte varoldu iletişim. Toplumsal bir konuşma dilinin ortaya çıkmasına dek, bir işaretler sistemi ve gırtlaktan-genizden çıkarılan içgüdüsel bir tepki şeklindeydi. Sözgelimi, henüz bir konuşma dili yokken ilkel insanlar bir mamut’a aynı anda mızrak atmak için nasıl anlaşıyorlardı ? Bu, aynı anda çıkarılan bir “ses” sayesinde oluyordu büyük olasılıkla. Ağır bir eşyayı yüksek bir yere kaldırmak isteyen iki kişinin iki uçtan tutup “hooo hop” diye bir ses çıkarmalarında olduğu gibi. İlkel dönemlerde, ortak üretim faaliyetleri dili oluşturmaya başlayınca iletişim de toplumsallaştı. Dili keşfeden ilk insanların ortak anlamlar ve iletiler üzerinde uzlaşması sonucunda ‘iletişim’ kurmak daha kolay bir duruma geldi. Resim-yazı, düğüm-yazı, duman, hiyeroglif ve alfabe sistemleri iletişimi daha da kolaylaştırdı. İlkel insan mağara duvarlarına yaptığı resimlerle hiç farkında olmadan milyonlarca yıl sonrasıyla bir bağ kurmayı başardı. Nasıl ki biz de bugün, uzaya gönderdiğimiz radyo sinyalleriyle gelecek bin yıllarla iletişim kurmaya çabalıyoruz; ve üstelik, iletişim kurmak istediğimizin farkındayız artık...İnsan uygarlığı, “anlamlar”ın aktarılması ve çoğaltılması sayesinde oluştu galiba... Yoksa içgüdülerine göre yaşayan ve bilinçli hiçbir anlam üretemeyen hayvan topluluklarından farkımız kalmayabilirdi...

“İletişim”, bir bilim olmaktan önce bir davranış biçimi. “Hayır” anlamına gelen “cık” işareti İngiltere’de başın yana doğru sallanmasıyla, bizde ise yukarı doğru kaldırılmasıyla yapılır. İşte iletişimin davranış boyutunda bir kültürel farklılık örneği. İletişimi davranışsal bir boyut olarak ele aldığımızda, yerel anlamlar ve evrensel anlamlar ile karşı karşıya kalıyoruz. Biliyoruz ki pek çok düşünürün rüyası, tüm insanların anlayabileceği ve anlatabileceği simgeler üzerinde uzlaşmak, olmuştur. Bunlardan en önemlisi kuşkusuz Leibniz’in universal karakteristik dediği bir evrensel sembolik dil kurma çabasıdır. Günümüzde bir aralar Esperanto adı verilen dünya dili oluşturma çalışmaları yapılmışsa da özellikle konuşma dilinde yerelliğin ve kültürel ayrıntıların ağır basması bu çabaları sonuçsuz bıraktı.Bilginin ve bilimin değerli kılınması, iletilmesiyle olasıdır. Böylece, bilim dalları arasındaki yardımlaşmanın en önemli boyutunu ve başlangıç noktasını iletişim olgusunda görebiliriz. İletilmeyen hiçbirşey yoktur ki anlamış ve bilmiş olalım... Descartes yaşasaydı şöyle diyebilirdi: İletiyorum, o halde varım... İletilme olanağı olmayan bir şey filozofların sözünü ettiği “kendinde şey” olabilir ancak.İletişimin en önemli özelliği, insanların birbirleriyle anlaşması, birbirlerini anlaması için bir araç olmasıdır. Çeşitli tarzlarda ortaya çıkan iletişim süreçleri, insanlık tarihinin her aşamasında insana, doğayla mücadelesinde ve bilgi birikimini yaymada kolaylık sağlamıştır. “İletişim ve iletişim işleyiş konusunda bilgilerimiz arttığı ölçüde belli bir takım parçaların birbirine nasıl bağlandığını ve birbiriyle olan ilişki örüntülerini daha iyi kavrayarak çevreyi daha yoğun ve güçlü bir biçimde etkileyebilmek mümkündür” (Yüksel, 1994, s.8).Şimdi, nedir bu iletişim dediğimiz ve canımızı sıkan şey ?Latince’de communicatio sözcüğünün karşılığı olan iletişim sözcüğünün kökündeki communis sözcüğüne dikkat edersek iletişimin “yalın bir ileti alışverişinden çok toplumsal nitelikli bir etkileşimi, değiş tokuşu ve paylaşımı içerdiğini” (Zıllıoğlu, 1996, s.3) belirtebiliriz. “Anlaşılacağı gibi, dilimizdeki karşılığı yabancı dillerdeki anlamının en önemli kesimini dışarıda bırakmaktadır. Birey ile birey (ya da bireyler) arasında yapılan bir anlam yüklü simgeler gönderimi, alımı, işlenimi, yeniden-gönderimi, yeniden-alımı ve yeniden-işlenimi, vb., süreci olarak ifade edilen iletişim terimi, communication sözünün temelindeki toplumsallaşma anlamını ifade edememektedir. Oysa latincedeki anlamı, communa, de communis, communicare gibi kelimelerden de anlaşılacağı gibi, bir ortaklığı, toplumsallaşmış olmayı, birlikteliği, iştirak haline gelmiş olmayı kapsamakta; dolayısı ile, iletişimi bireyler arasında bir süreç olarak ifade edebilmektedir ” (Oskay, 1993, s.310).

İletişim, “haberleri, düşünceleri, duyguları bildirme, düşünceleri paylaşma ya da değiş-tokuş etme etkinliği; bilgi, haber, düşünce ya da görüş alışverişi, ileti”dir; bir başka açıdan iletişim,“bir aklın bir başkasını etkilediği tüm işlemleri içerir; bu da kuşkusuz, yazı yazmanın ya da sesli konuşmanın yanısıra, müziği, görsel sanatları, tiyatroyu, baleyi, tüm insan davranışlarını kapsar ” (Usluata, s.11). “Bireyler arasında ortak simgeler sistemiyle gerçekleştirilen anlam ve bilgi alışverişi” (Ana Britanica, 1988).

Görüldüğü gibi, farklı tanımlarda ortak bir nokta var, o da: herhangi bir “anlam”ın bir noktadan başka bir noktaya aktarılmasıdır. ‘Anlamlar’ üzerinde uzlaşmak temel sayıltıdır. Bu konuda herhangi bir güçlük varsa iletişim zaten gerçekleşmez ya da çok zor gerçekleşir. İstediğiniz frekansını tutturamazsanız istediğiniz iletiyi de ulaştıramazsınız. Diğer taraftan belirtilmesi gereken şudur ki; iletişim karşılıklı bir ‘anlam alışverişi’dir. İki taraf da belli bir tepki vermelidir. Anladığını ya da anlamadığını belirtebilmelidir. Bu gerçekleşmezse işte baştan beri belirttiğim, insanın kendi kendisiyle yalnızlığı değil ama, başkalarıyla -ötekilerle- yalnızlığı süreci de başlayıverir...

Frankfurt okulu iletişimin tek yönlü bir otoriteyi simgelediğini savlar. Buna göre siyasal belirleyicilerin ve genel anlamda devletin ideolojik aygıtlarının oluşturduğu dominant kültürel yapı ve süreçler iletişimin de yönünü belirlemektedir.“İdeolojik consensus, Habermas’a göre, işte bu çarpıklaştırılmış iletişim içinde oluşturulmakta; bugünkü toplumlarda yöneten kesimler ile yönetilen kesimler arasındaki işlevsel ve kamusal farklılaşmalar gelişkin ve yeni bir teknolojinin gereklerine ve olanaklarına uyarak sürdürülmekte olduğu için, gerçekte, bugünkü toplumlarda çift yönde akışlı gerçek bir toplumsal iletişim bulunmamaktadır” (Oskay, 1993, ss.261-262). Çünkü tek yönlü iletişim, iletişim sayılamaz...

İletişimin toplumsal boyutunda ortaya çıkan bu tıkanıklığın yanı sıra, iletişimi zorlaştıran ya da ortadan kaldıran bireysel ya da çevresel nitelikli pek çok engel vardır. Bunlardan bazıları şöyle ifade edilebilir: Bireysel görüş farkları, duygular, kalıplaşmış kavramlar, korunma duyguları, savunma mekanizmaları, dogmatik zihniyetler, konuşma ve yazı dilindeki karışıklık, sosyal ve formal statülerden, akademik ve mesleksel gelişme farklarından kaynaklanan ayırımlar, toplumsal hiyerarşiler ve daha pek çok şey...Ayrıca, tek yönlü iletişimin anlamsızlığının, toplumsal iletişimin bir sömürü aygıtına dönüşmesinin ve yukarıda sözünü ettiğimiz iletişim engellerinin yanı sıra, “iletişim” dediğimiz sürecin çeşitli nedenlerle bozulması da söz konusu olabilir. “Bildirinin ‘tüketim’den kurtulabilmesi için, sızan ve alımı (reception) karıştırma eğilimi gösteren gürültüye karşın, anlam(lama) (düzen) ana çizgilerinde bozulmamış olarak kalabilecek şekilde davranabilmek için – kısaca bildirimin en azından bir bölümünün gürültüden sonra kalabilmesi için – bildiriyi adete saymaca düzenin yinelemeleriyle, iyice belirlenmiş olasılıkların bir bolluğuyla sarmakgerekecektir. Bu olasılıklar bolluğu, artık-bilgi(redondance) dedikleri budur. Diyelim ki, ‘seni seviyorum’ bildirisini iletmek durumundayız. Varsayalım ki, bu tümce sıkışık bir telefon hattı üzerinde ya da acemi bir telgrafçıya bırakılan bir hat üzerinde yollanmış olsun. Ama hemen şunu söyleyelim, bildirişim bakımından karşılaşılan bütün engeller ve kazalar, gürültü sayılır. Bildirinin doğru biçimde alınmasından ve aradaki uzaklığın ya da parazit yapan öğelerin, belirgin çizgileri ‘senden nefret ediyorum’ biçiminde anlaşılacak şekilde değiştirmesinden emin olmak üzere, bir önlem olarak ‘seni seviyorum, aşkım benim’ diyebilirim. Bu öğelere dayanarak ve işler ne denli kötü giderse gitsin, bu bildiriyi alacak kişi onu yeniden kurma olanağı bulacaktır. Uygar yaşamın göreneklerine ve duygusal ilişkileri düzenleyen olasılık(lar) dizgesine göre, bir kimseye ‘aşkım benim’ diye seslendiğinde, kendisine küfredildiğini düşünmez herhalde; böylece tümcenin ilk yarısı da aydınlığa kavuşmuş olur” (Eco, 1992, ss.70-71).

Türkiye’de devletle toplum arasında tek yönlü bir iletişim o kadar yaygınlaştı ki, bir taraf neredeyse yok sayılıyor. Sözgelimi bir eğitimci çalıştığı okul kanalıyla bir sorununu dilekçeyle Bakanlığa iletiyor, ama yanıt yok. Alıcıdan ses seda çıkmıyor... Hükümet, memur maaşlarını %15 yaptım diye iletiyor, bu kez bu taraftaki alıcıdan çıt yok... Devlet benim hukukum böyle, ister beğen ister beğenme diyor, bu taraf ‘ya şükür’ diyor. Telefonlar dinleniyor, mektuplar açılıyor, medya “eğlence iletişimini” çılgınlığa çeviriyor, bilimsel iletiler çarpıtılıyor, öğretmen isteyen öğrenciler ‘yanlış’ algılanıyor, ÖSYM ‘ben yaptım, oldu’ diyor ve herşeyi allak bullak ediyor, vs.vs... İletişimin böylesine tek yönlü duruma getirildiği, iletişimi bozabilecek ortamların bu kadar çok olduğu, bireylerin böylesine yalnızlaştırıldığı – yabancılaştırıldığı- bir toplumsal ortamda birşeyleri “iletmek” gerçekten zor... Ama herşeyi iletmek de olası bir yandan...Belki yalnızca Tanrı’yı iletemezsiniz... Bir de tam olarak kendinizi... Buyurun çıkın işin içinden... Bilmiyorum, ne demek istediğimi iletebildim mi ?

KAYNAKÇA

Ana Britanica. 1988

Baudelaire, C.Pierre. Paris Sıkıntısı, Çev.: T.Yücel, İkinci basım, İstanbul: Adam Yayıncılık, 1984.

Eco, Umberto. Açık Yapıt, Çev.: Y. Şahan, Birinci basım, İstanbul: Kabalcı Yay., 1992.

Montaigne. Denemeler, Çev.: S. Eyuboğlu, Cem Yayınevi, 1980.

Oskay, Ünsal. Kitle İletişiminin Kültürel İşlevleri. İstanbul: Der Yay., 1993.

Usluata, Ayseli. İletişim.

Yüksel, A.Haluk. Bireylerarası İletişime Giriş, Eskişehir, 1994.

Zıllıoğlu, Merih. İletişim Nedir ?, İstanbul, 1996.


***
Referans: Akdağ, Bülent. “Tek Yönlü İletişim”, İskenderiye Yazıları Dergisi. Sayı: 24, 2000.

Hiç yorum yok: