11 Nisan 2010 Pazar

PLATON’UN “MENON” DİYALOĞUNDA MAİEUTİKE YÖNTEMİ


Dr. Bülent Akdağ
e-posta: bulentakdag@hotmail.com

Satranç oynamanın, polisiye roman okumanın, sanat yapıtı sayılan sağlam kurgulu filmler izlemenin düşünme edimini geliştirdiği söylenir. İnsan zihni düşünme sürecinde kavramlar arasındaki bağları öyle oluşturur ki bu çok basit ve değersiz bir düşünme zinciri oluşturabildiği gibi, hayranlık duyduğumuz düşünme formları da sergileyebilir. Çok söylenen ve kanıksan “bilgi toplumu” olma savının bir boyutunu düşünme edimindeki aydınlanma oluşturmaktadır diye düşünüyorum. Bu, doğru düşünmenin formlarını keşfetmek ve kullanabilmekten geçiyor elbette.
Düşünme formlarını nasıl öğreniyoruz? İşte bu, tartışma gerektirmeyecek biçimde yanıtladığımız ve çoğu zaman bir zorunluluğun esiri olarak içselleştirdiğimiz bir karşılığa sahip trajik bir sorudur. Sosyalleşme sürecinde ister istemez düşünme formlarını model alarak öğreniyor insanoğlu; yoksa doğuştan getirdiğimiz bir metafizik şablonun olduğunu en azından bilimsel açıdan savunmak olası değildir. Elbette, felsefe tarihinde ontolojik ve epistemolojik düzlemde süregitmiş rasyonalizm ve empirizm tartışması ve diğer taraftan Kantçı sentezin günümüze ulaşan sonuçlarını irdelemek bu yazının boyutlarını aşmaktadır. Ama, özellikle 17. yüzyıldan bu yana gelen “bilgi”yi ve “varlık”ı açıklama sürecinin günümüzde, dünyayı anlama ve yorumlamaya yönelik felsefi ve politik görünümlerini gözardı etmeden ve Antik Ege felsefe kültüründeki karşılıklarını da unutmadan bu yazıda konu edindiğimiz asıl sorunun çerçevesini çizmek gerekir: Doğru düşünme yöntemi nedir?
Doğruluk ve yanlışlık mantığın konusu olarak ele alınan iki kavram olarak bilinir. Ayrıca, bilimsel araştırmanın doğrulama ve yanlışlama ile gerçekleşmesi şeklindeki tartışmayı da 19.yüzyıldan bu yana izliyoruz. Bu kavram çiftinin, bilimsel alandaki görünümü, akılyürütmenin içeriğiyle ilgili olup, bilgisel nitelikli sonuçlar vermesi yönündedir. Buna karşılık, Mantık disiplini açısından doğruluk-yanlışlık kavramlarının, düşünmenin formu ile ilgili olduğu görülmektedir. Bilimde doğru düşünme, nesnesine uygun düşünmedir. Yani, bir düşünce zinciriyle ileri sürdüğünüz sonuç, deneysel alanda karşılık buluyorsa bir “doğruluk”tan sözedilebilir. Mantıkta ise öncüller ile sonuç arasında kurulan bağın çıkarım kurallarına uygunluğu doğruluğu verir. Burada dayanak noktası olan düşünme ilkeleri ise literatürde genellikle dört tür olarak ele alınır: Özdeşlik, çelişmezlik, üçüncünün olanaksızlığı ve yeter-neden ilkeleri. Bu ilkeler bilimsel alana kaydığında yoğun tartışmalara sahne olmaktadır ancak, salt mantık içinde kalındığında insan zihninin düşünme ediminde bu ilkelere aykırı davranmasının bir çelişki yaratacağı söylenegelmiştir. Ancak diyalektik düşünme açısından bu durum doğru mudur ? Yani diyalektik düşünme’nin sözgelimi özdeşlik ilkesi karşısındaki yorumu ne olabilir? “Bir şey neyse odur” şeklinde ifade edilen özdeşlik, diyalektik düşünme bakımından anlamsızdır. Çünkü bir şey aynı anda başka birşeydir, başka birşeyi içinde barındırır, karşıtını içinde taşır. Yaşam ölümü taşır; ölüm de yaşamı... Yaşam, yaşamdır, ölüm de ölüm denilemez. Herşey bir başka şeye dönüşme potansiyelini karşıtlıklar halinde içinde taşır. Hem bilgisel düzlemde hem de mantıksal düzlemde ele alındıkta gerek özdeşlik gerekse çelişmezlik ilkeleri çürür gider. Buna bağlı olarak üçüncünün olanaksızlığı yani “doğru bir yargı ile yanlış yargı arasında üçüncü bir durum olmaz” yargısı ontolojik boyutta bir şey ifade etmediği gibi diyalektik düşünce bakımından da dogmatik bir biçimde ele alınamaz. Sözgelimi Heisenberg’in belirsizlik yasası çelişmezlik ilkesinin ve doğal olarak da özdeşlik ve üçüncünün olanaksızlığının sonudur. Leibniz tarafından mantık alanına eklenen yeter-neden ilkesini ise burada ayrı tutuyorum. Çünkü bu ilkenin diyalektik düşünme yöntemi içinde anlam bulduğu bir gerçektir. Şimdi bu noktada, yalnızca spekülatif düzlemde kalmadığımız, bilimsel deney alanına, varlık alanına geçtiğimiz yönünde bir eleştiri gelirse söylenecek şey şudur: İçi boş bir kavram yoktur. Her kavramın bir neliği vardır ve bu bir yönüyle duyusal alanla olan bağımızı gösterir. Şöyle ki; gerçeklikle ilgili kavramları oluştururken dış dünyadan edindiğimiz verileri kullanıyoruz. “Kanatlı at” kavramını oluştururken dahi öyle. Ancak adsal kavramlar vardır ki onlar da insanlar arasındaki uzlaşıma dayanır. Yani gerçekliği olmayan matematiksel kavramlar ve aşkın kavramlar (zaman, sonsuzluk, Tanrı gibi). Bütün bu söylediklerimizin kısa anlamı şudur: Diyalektik düşünme, mantıksal düşünmenin deneysel alanla (bilimsel düşünmeyle) örtüştürülmesidir.
Kavramları kullanarak düşünüyoruz, kavramları ya deneysel ya da uzlaşımsal biçimde oluşturuyoruz. Yine bu düşünme edimi ile içsel ve dışsal dünyamızın gerçekliğini açıklamaya çalışıyoruz. Düşünme edimini uygularken kullandığımız yöntem, hem öncüller ve sonuç bağıntısında mantık kurallarına uygun, hem de gerçekliğin “teori” ile bir izdüşümünü oluşturması bakımından anlamlı ise doğru bir yolda olunduğundan kuşku duymamak gerekir. Böylece, gerçeğin kendi içindeki ilişkilerini, bağıntılarını anlayabilmek bakımından izlenecek doğru bir düşünme yönteminin olduğunu savlayabiliriz: diyalektik düşünme yöntemi...
Diyalektik düşünmenin köklerini çok eskilerde aramak gerekir. Batı’da Antik Ege kültürü içine; Herakleitos, Parmenides, Zenon, Sokrates, Platon, Aristoteles diyalektiğin farklı formlarını kullanmışlardır. Doğu’da, Taoizm diyalektiğe bir örnek olarak söylenebilir. Yakın tarihte ise Kant’ı, Fichte’yi, Schelling’i, Hegel’i ve Marx’ı bir diyalektik yelpazesi içinde gösterebiliriz. Son ulaşılan noktada diyalektik düşünme nedir ?
Şimdi, temel sayıltı şudur: Doğa ve insan diyalektik yapıdadır; doğanın ve insanın açıklanması diyalektik düşünme ile olasıdır. Diyalektiğin temel ilkelerini şöyle belirtebiliriz:
1. Sosyal ve fiziksel doğada herşey karşıtlıklar halindedir.
2. Evrendeki her olgu birbiriyle bağıntılıdır.
3. Doğadaki ve toplumdaki ilerleme tez-antitez-sentez şeklinde olmaktadır.
4. Herşey bir diğerini yadsıyarak varolur ve nicel birikimler nitel dönüşümlere yol açar.
“Gerçeklik” te varolan bu dört ilişki biçiminin sınırları (ya da özgürlüğü) içinde kalarak gerçekleştirilen bir düşünme edimi ile problem olarak karşımıza çıkan her yeni olguyu açıklamak olası olacaktır.
Şimdi, diyalektik düşünme biçimlerinin ilk örneklerinden birini Sokrates’de görüyoruz. Platon’un Menon diyaloğu bu açıdan tipiktir. Antik Ege felsefesinin erdem arayıcısı olan Sokrates’in kullandığı tartışma yöntemidir diyalektik. Tartışarak doğruya ulaşılmaya çalışılır. Menon diyaloğunda Platon, Sokrates ile bir köleyi karşı karşıya getirir ve Sokrates hiç geometri bilmeyen bu köleye geometri problemi çözdürür. Burada önemli nokta şudur: İnsan dünyaya gelmeden önce ruhu vardır ve tüm “bilgiler” ruhta gizli durumdadır. Ancak bir “doğurtma yöntemi” (maieutike) ile bu bilgiler ruhtan bilince gelirler. İşte, maieutike’nin uygulandığı kavramsal ikna tartışmalarına diyalektik adı verilir.
Platon’un “Menon” diyaloğu Sokrates ile Menon’un konuşmasıyla başlar: “Erdem öğretilebilir mi?” diye sorar Menon, Sokrates’e. Şu yanıt alır: “Bir şeyin ne olduğunu bilmeden, onun nasıl elde edileceğini bilebilir miyiz?” Gerçekten de aranılan şey, yönteminizi seçmede referans olmaktadır. Neyi aradığınızı bilmeden oraya nasıl ulaşacağınızın bir anlamı da olamaz. Menon erdemin ne olduğunu bildiğini söyleyerek çeşitli kategorilerde açıklamaya girişir ve herkes için ayrı bir erdem olduğunu söyleyerek çıkar işin içinden. Sonra, aynı kavramla nitelendirilen farklı şeylerin ortak özünün ne olduğunu tartışmaya başlarlar. Sokrates, Menon’a farklılıkların bir öz’den kaynaklandığını olmayana ergi yoluyla gösterir. Sonra da erdem’in bir tek mi çoğul mu olduğu tartışması başlar ve geometrik benzetmelerle sürer tartışma:
Sokrates: “Daire şekil midir, yoksa bir şekil midir ? diye sorsam şüphesiz bir şekil dersin.”
Menon: “Şüphesiz.”
Sokrates: “Çünkü başka şekiller de var, değil mi?”
Menon: “Evet”
...
Sokrates: “.... o halde hem daireyi, hem doğru çizgiyi, hem eğri çizgiyi içine alan bu şekil dediğin şey nedir ?

Gerçekte, çokluğun ve farklılığın özünün ne olduğu sorusunu açıklama çabasının Antikitenin temel problemlerinden biri olduğunu unutmamak gerekir. Tüm arkhe sorununun özü bu konudur. Yani, görünen tüm bu çeşitliliğin arkasında ve temelinde, değişmeden kalan özün ne olduğu sorununa başlangıçta doğa felsefesi içinde bir yanıt aranmış ve sonra özellikle Sokrates ile birlikte insan kavramıyla ilgisi içinde bir karşılık bulmaya çalışılmıştır.
Metne dönersek, Platon pekçok metninde olduğu gibi “Menon”da da karşılıklı konuşma yoluyla ifade edilen bir üslubu benimser. Burada önemli olan şudur: Konuşmacılardan biri “öyle değil mi? ” tarzında sorular sorar hep ve doğal olarak aldığı yanıtlar “evet” ya da “hayır” olmaktadır. Böylece diyaloğu yönlendiren kişi, konuşmayı ulaştırmak istediği hedefe çok daha kısa sürede varma şansına sahip olmaktadır. Böyle bir yöntem düşünce kıvraklığı, deneyim ya da önceden hazırlanma gerektirir; çünkü ulaşmak istenilen, gösterilmek istenilen şey ile izlediğiniz yöntemin başlangıç noktası arasındaki sürenin uzunluğu ve kısalığı, yöntemin sınırlarını başlangıçta ve süreç içinde ne derecede koruyabildiğinize bağlı olacaktır.
Bugün, Sokratik yöntem denilen ve postmodern eğitim söylemindeki öğretim tekniklerinden en temel olanı oluşturan diyalog yöntemi, Platon ve Sokrates’de ontolojik bir art-alana sahip olmasına karşın, şimdilerdeki eğitimbilimciler ve eğitmenler için pragmatist bir düşündürme ve öğretme yöntemi olarak ele alınmaktadır.
Sonuçta, Sokrates’de maieutike denilen doğurtma yöntemi ile doğru bilgiye ulaşma çabası bir düşünme diyalektiği olarak ele alınmıştır. Bilginin Tanrısal bir şekilde ruhta varolması ve oradan doğurtularak çıkarılması şeklinde işleyen böyle bir akılyürütme formunun gerisinde Platon’un idealizminin olması da ayrıca dikkate değer. Diyalektik düşünme ve dünyayı diyalektik olarak görme, bilginin ve bilimsel araştırmanın somutlaştırılmasında tutulacak en doğru yol ise, diyalektik düşünme tarihinin kilit taşlarından Sokrates’e ve doğal olarak Platon’a hakkını teslim etmek gerekir.
***
Kaynak: Platon, Küçük Diyaloglar, İstanbul: Remzi Kitabevi Yayınları, 1960, ss.215-273.

***
Referans: Akdağ, B. (2010). “Platon’un ‘Menon’ Diyaloğunda Maieutike Yöntemi”, Felsefe Yazın Dergisi, Ankara: Felsefeciler Derneği Yayını, Sayı: 16, s.2-4.

13 Şubat 2010 Cumartesi

OKUMA KÜLTÜRÜ: BİR SEMPOZYUM VE DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ


Dr. Bülent Akdağ

Ray Bradbury’nin 1951’de yayımlanan “Fahrenheit 451” adlı kitabında, devleti temsil eden itfaiyecilerin görevi yangınları söndürmek değil, kitapları yakmaktır. Halk, evlerinde sadece televizyon izlemektedir; programlar beyin yıkayıcıdır. Düşünmek yasaktır. Evlerinde kitap bulunduran insanlar cezalandırılmakta, yok edilmektedir. Ama direnişçiler bir çıkış yolu bulmuştur: kitaplaşmak... Herkes bir kitabı ezberleyecektir ve kitapları kuşaktan kuşağa taşıyabileceklerdir böylece... Yaşlılar da ölmek üzereyken çocuklara aktarırlar belleklerindeki sözcükleri.. Böylece kitaplar varolmaya devam eder.. Ve hayat...
12 Eylül 1980 darbesi öncesi ve sonrasında TRT’nin siyah beyaz 20.00 haberlerini seyreden halk genellikle ilk haber olarak bir masanın arkasına dizilmiş “tehlikeli” gençleri görürdü. Masanın üzerinde ise silahlar ve kitaplar yanyana dururdu. Böylece yıllarca insanların bilinçaltlarına “kitaplar silahlar gibi tehlikelidir” mesajı iletildi. Düşünmek yasaklandı. Kitaplar yakıldı, yok edildi. Yasak kitap listeleri oluşturuldu. Hatta eğitimcilere, derslerinde kullanmamaları gereken yasak kelimeler resmî genelgeler ile bildirildi. Yayıncılar yüzlerce yıl hapis cezaları aldılar. Kitapçılardan kitap alanlar takip edildi, fişlendi.. Evlerinde kitap bulunduranlar, suçlandı ve cezalandırıldı.
Okumak, dünyayı değiştirmenin ilk adımıdır gerçekten... Sanki, ne kadar okuyorsanız, o kadar varsınız.. Bir kişi olarak kimliğimizin oluşmasında neyi/neleri okuduğumuz belirleyici bir unsur olmaktadır. Seçtiğimiz kitaplar ileride yapacağımız seçimler için de yol göstericidir. Her okur kendi okuma kültürünü oluşturabileceği gibi toplum da bunu bir gelecek tasarımı haline getirebilir. Okuma Kültürü Sempozyumunda Venezüela Başkonsolosu Jose Gregorio Bracho Reyes'in dediği gibi, bunu “yapabiliriz”...
Eğitim Sen’in düzenlediği uluslararası katılımlı Okuma Kültürü Sempozyumu 23-24 Ocak 2010’da İstanbul Zübeyde Hanım Öğretmenevi’nde yapıldı. Eğitim Sen Genel Başkanı Zübeyde Kılıç’ın açış konuşması ile başlayan sempozyumun onur konuğu yazar Vedat Türkali’ydi.
Vedat Türkali konuşmasında yaşadığı toplumsal dönemde varolanları aktardığını, bu yüzden işinin zor olmadığını ironik olarak belirttikten sonra salonda bulunan üçyüz izleyicinin alkışlarını aldı. Daha sonra Yrd.Doç.Dr.Necdet Neydim’in başkanlığında “Türkiye’de Okuma Kültürü: Genel/Kuramsal Yaklaşım” başlıklı panele geçildi. Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan Daire Başkanı Mehmet Toprak’ın, Milli Eğitim Bakanlığı’ndan Dr.Zübeyr Bulut’un, Hacettepe Üniversitesi’nden Prof.Dr.Bülent Yılmaz’ın, Dilbilimci-yazar Yusuf Çotuksöken’in ve eğitimci Akif Coşkun’un katılımıyla gerçekleşen oturumda “okuma kültürü” olgusu ve “okumamanın” nedenleri tarihsel-toplumsal bir perspektiften bilimsel verilerle tartışıldı..
İlk gün öğleden sonraki panel ise “Dünyada Okuma Kültürü” başlığını taşıyordu. Bu oturumda Gazi Üniversitesi’nden Doç.Dr.Kemal İnal’ın başkanlığında Hollanda’dan Marten Kircz ve İsveç’ten Ana Christin Larsson kendi ülkelerindeki deneyimleri paylaştılar.
Paneller sonrasındaki paralel oturumlarda bildiri ve proje sunumlarına geçildi. Beş farklı salonda Prof.Dr.Betül Çotuksöken, Yrd.Doç.Dr.Necdet Neydim, Prof.Dr.Ali Gültekin, Hasan Deniz ve Eğitim Sen eski başkanı Alaattin Dinçer’in başkanlıklarını yaptığı oturumlarda Türkiye’nin değişik illerinden gelen akademisyenler, öğretmenler ve demokratik kitle örgütü temsilcileri okuma kültürünün oluşturulmasına yönelik yöntemleri ve uygulamaları tartıştılar.
Günün son oturumu Venezüela Başkonsolosu Jose Gregorio Bracho Reyes'in kendi ülkesindeki deneyimleri anlatmasıyla gerçekleşti. Reyes, kitapların ücretsiz olarak halka dağıtılabildiğini, okuma kültürünün aşama aşama artırıldığını ve böyle bir toplumsal dönüşümü önce yapabileceklerine inandıklarını ve sonra da yaptıklarını ifade etti.
Sempozyumun ikinci gününde önemli bir proje olan ve uzun süredir yüzlerce öğretmenin katılımıyla gerçekleşen “Çocuk ve Gençlik Edebiyatı Kitap Katalogları”nın tanıtımı Nabi Belekoğlu tarafından yapıldı. “Kitap Kataloğu” kitabı tüm katılımcılara dağıtıldı ve değerlendirmelerine sunuldu.

Sonrasında Prof.Dr.Necla Kurul, Öner Ciravoğlu, Prof.Dr.Gülçin Alpöge, Erçin Kimmet ve Kadri Çoban başkanlığındaki paralel oturumlarda proje ağırlıklı sunumlar gerçekleştirildi. Öğretmenlerin uyguladıkları yöntemler farklı boyutlarıyla ele alındı ve yeni yöntemler sunuldu. Oturumlar sonrasında sempozyumun alt başlıkları baz alınarak oluşturulan komisyon çalışmaları izleyicilerin katılımıyla dört kategoride gerçekleşmiş ve yazılan raporlar aşağıdaki sonuç bildirgesini ortaya çıkarmıştır:

EĞİTİM SEN
“Uluslararası Katılımlı Okuma Kültürü – Sorunlar ve Çözüm Yolları Sempozyumu” Sonuç Bildirgesi
23-24 Ocak 2010

“Eğitim ve bilim işkolunda en etkin sendika durumundaki sendikamız Eğitim ve Bilim Emekçileri Sendikası-Eğitim Sen, bugüne kadar sendikal çalışmalar kapsamında birçok kurultay, panel ve konferans gerçekleştirmiştir. Sendikamızın bu etkinliklerinin en sonuncusu da Uluslararası Katılımlı Okuma Kültürü- Sorunlar ve Çözüm Yolları Sempozyumu olmuştur. Uluslararası Katılımlı Okuma Kültürü- Sorunlar ve Çözüm Yolları Sempozyumu, toplumsal bilgilenme ve bilinçlenmeye dönük kültürel çalışmalara katkı yapmak, ülkemiz için önemli sorunlardan biri olan “okuma kültürü” olgusunu farklı boyutlarıyla ele almak amacıyla düzenlenmiştir.
Sempozyumumuz, sonuçlarıyla önümüzdeki süreçte kültür yaşamımıza ve eğitim anlayışlarına yeni ufuklar açıp katkılar sağlayacaktır. Yaklaşık üç yıldan beri hazırlıklarını sürdüğümüz bir katalog ile taçlanmış olan bu çalışma, alanla ilgili akademik çevrelere, kurumlara, öğretmenlere ve anne-babalara, varolan soru ve sorunlarına yönelik çözüm arayışlarında bir başvuru kaynağı olacaktır.
Yurt içi ve yurt dışından gelen akademisyenlerin, öğretmenlerin, demokratik kitle örgütlerinin ve yazarların çalışmalarını sunduğu sempozyumda, “Türkiye’de Okuma Kültüründe Genel Kuramsal Yaklaşım” ile “Dünyada Okuma Kültürü” farklı boyutları ile ele alınmıştır. Bu bağlamda: (a) Okuma Kültürünün Gelişmesindeki Engeller, (b) Okuma Kültürünü Geliştirmek İçin Ailede Neler Yapılabilir? (c) Okuma Kültürünü Geliştirmek İçin Örgün/Yaygın Eğitim Sürecinde Neler Yapılabilir? (d) Okuma Kültürünü Geliştirmek İçin Kütüphanecilik Medya ve Yayıncılık Alanlarında Neler Yapılabilir? konularına ait bildiriler ve uygulama örnekleri tartışmaya açılmıştır. Bu alt başlıklar kapsamında vurgulanması gereken pek çok sorunun ortaya çıktığı görülmüştür.
Ülkemizde bireylerin kendilerine has farklı okuma kültürlerine sahip olduğu bir gerçektir. Bu durumun ana nedenlerinin başında o bireyin okul ve aile çevresinde edindiği okuma kültürü ya da bilinci gelmektedir. Okuma kültürünün ve bilincinin oluşması önünde çeşitli engeller bulunmaktadır. Bu engeller;
- Kitle iletişim araçlarının (televizyon ve internet) bireylerin yaşamında çok fazla zaman alması,
- Kişilerin alım gücünün yetersiz olması, kitap fiyatlarının yüksekliği ve bu sorunu ortadan kaldırabilecek gelişmiş kütüphanelerin bulunmaması,
- Devletin kültürel yaşama yeterince katkı yapmaması,
- Yetişkinlerin çocukların karşısında bilinçli bir rol model olamamaları,
- Okul halk ve çocuk kütüphanelerinin yetersizliği ve bu alanlarda uzman kütüphanecilerin görevlendirilmemesi,
- Yüksek öğretimde öğretmen yetiştirme sisteminin okuma kültürünü geliştirme anlayışına dönük oluşturulmaması ve bu bağlamda öğretmenlerin çocuk ve gençlik edebiyatını tanımadan mezun olması,
- Öğretmenin mesleki bilgi birikimi ve deneyimini etkin bir şekilde kullanmada kendini yetkili sayamaması,
- Okuma kültürünün geliştirilmesinde plastik sanatlar okuryazarlığının dikkate alınmaması ve bu çerçevede hem görsel hem yazınsal estetik değerlerin eksik bırakılması,
- Yerel yönetimlerin okuma kültürünün gelişmesi için yeterli mekan olanakları sağlamaması olarak karşımızda durmaktadır.
Ayrıca çocuk ve gençlik kitaplarının hedef kitlesinin sorunlarına ve beklentilerine dönük hazırlanmaması, onların gerçekliğini içermemesi, çocuğu bir nesne gözüyle algılaması bu tür kitapların okunurluğunu zorlaştırmakta, çocuğun kitaba olan ilgisini de azaltmaktadır.
Bu engellere karşın, okuma kültürünün geliştirimsi için yapılabilecek pek çok şey bulunmaktadır. Örneğin aile içinde mutlaka kitap okuyan birinin olması gerektiği, evde küçük de olsa bir kütüphanenin bulunması ve yetişkinlerin rol model olabilmesinin önemine dikkat çekilmektedir. Ayrıca;
- Her okulda öğrencilerin gidip kitap alabilecekleri, oturup okuyabilecekleri ve üniversitelerin bilgi-belge bölümünden mezun görevlilerin çalıştığı okul kütüphaneleri oluşturulmalıdır. Bu kütüphanelerde çocuk edebiyatı eserlerine yer verilmelidir.
- Öğretmenler yanında eğitim bileşenleri olan ailelerin de okuma süreçlerine katılımını sağlayacak yaklaşımlar uygulanmalıdır.
- Çocuklara okuma alışkanlığının kazandırılmasında kullanılan ve sonuç alınmayan geleneksel yöntemlerden uzaklaşılmalıdır.
- Çocuklara okuma alışkanlığı kazandırmada etkili kurumlardan biri olan “çocuk kütüphaneleri”nin kurulması ve işler hale getirilmesi sağlanmalıdır.
- Yeni halk kütüphanelerinin açılması ve halk kütüphanelerinde bulunması gereken kitap sayısının dünya standartlarında belirlenen rakamlara ulaştırılması sağlanmalıdır. Aynı zamanda bu kütüphanelerin çekici ve bölge insanlarının ilgi duyabilecekleri yerlere dönüştürülmesi için düzenlemelere gidilmelidir.
- Okullarda öncelikle Türkçe, edebiyat derslerindeki geleneksel yaklaşımı değiştiren ve eleştirel, yaratıcı okumayı sağlayacak olan düzenlemelere gidilmelidir.
- Üniversite kütüphanelerinin bütçeleri artırılmalıdır ve sürekli açık hale getirilmelidir.
- Okullardaki öğrenciyi merkeze alan etkin bir okuma yaşam alanları oluşturulmalıdır.
- Demokratik kitle örgütleri okuma kültürünü destekleyici zeminler oluşturmalıdır.
- Eğitim sistemimiz okuma kültürünün toplumsal bir yaşam biçimi haline gelmesini sağlayan bir şekilde düzenlenmeli, formel bir yapıya dönüştürülmelidir.
- Öğretmenlerin, okuma kültürünü geliştirme konusunda sorumluluk almaları desteklenmelidir.
Bunun yanı sıra, “okuma kültürünü geliştirmek için yayıncılık, kütüphanecilik ve medya alanında neler yapılabilir?” sorusuna ilişkin olarak yapılan tartışmalarda ortaya çıkan tespitler şu şekilde ifade edilebilir:
- Her şeyden önce ülkemizde bilimsel demokratik laik bir eğitim ve kültür ortamı yaratılmalıdır.
- Yayıncılık alanında neo-liberalizm politikalarına karşıt uygulamalar hayata geçirilmelidir.
- Devlet bir demokratik denetim mekanizması oluşturarak yayıncılık alanını desteklemelidir.
- Nitelikli çocuk kitaplarının yayınlanması, okuma kültürünü yaratan en önemli unsurlardan biridir. Yayınevleri bu konudaki sorumluluklarının bilincinde olmalıdır.
- Yayınevleri profesyonel editörlük kurumunu oluşturmalıdır.
- Eğitim Sen akademisyen, yazar, yayıncı ve demokratik kitle örgütleri işbirliğiyle objektif kriterlere dayalı yayın kataloglarını düzenli olarak çıkarmalıdır.
- Çocuk yayınları, alan uzmanları ve ilgili meslek kuruluşları tarafından belirlenen kriterlere göre değerlendirilmelidir.
- Gazetelerin kitap eklerinde çocuk yayınlarının tanıtımı yaygınlaştırılmalıdır.
- Gazetelerin ticari amaçlarla yaptıkları niteliksiz kitap promosyonları engellenmelidir.
- Medya, okuma kültürünü destekleyecek şekilde yayınlar yapmalıdır.
- Televizyonlar çocuk kitapları için uygun saatlerde zorunlu yayın süresi konmalıdır.
- Medyada okuma kültürünü olumsuz yönde etkileyecek yayınlar ve reklamlar olmamalıdır.
- Öğrencilerin gereksinim duyduğu bilgiye ulaşmada “Medya Okuryazarlığı” dersinin “Bilgi Okuryazarlığı” dersi olarak konunun uzmanları tarafından verilmesi sağlanmalıdır.
- Çocuk kitapları başta olmak üzere kitap dergi vs. okuma kültürünü geliştirmeye hizmet edebilecek nitelikteki ürünlerin üzerinden alınan katma değer vergisinin (KDV) kaldırılması; ücretlilerin ödediği gelir vergisi matrahından belli düzeyde eğitim harcamasına denk düşen tutarın indirilmesini içeren vergisel teşvikler sağlanmalıdır.
Sonuç olarak, sempozyumda tartışılan konular, sorunlar ve bunlara dönük çözüm önerileri toplumsal alanda yeni ufuklar açacak içeriktedir. Bu çözüm önerilerinin ülkemizin kültür ve düşünce yaşamına ciddi katkı yapacağına inanmaktayız. Bir başka inancımız da kültürel çalışmaların aynı kararlıkla sürdürülecek olmasıdır.”

Özgürce okumak umuduyla...

***
Sempozyum fotoğrafları: Azim Şamiloğlu

***
Referans: Akdağ, B. (2010). Okuma Kültürü: Bir Sempozyum ve Düşündürdükleri, Evrensel Kültür Dergisi, Sayı: 218, s.52-54.