31 Temmuz 2008 Perşembe

Felsefî Hermeneutiğin Normatif Boyutu Olarak Eğitim


David Blacker / Çeviren: Bülent Akdağ

Business Week dergisi geçen sayısının başlığında şöyle diyordu: “Verimlilik Garanti - Olmazsa Bedava Tamir Ederiz”. İlkönce yeni bir ürüne ait bir garanti reklamı gibi görünmekteydi bu satırlar. Okumaya biraz daha devam edince bu ürünün özü daha açık olarak ortaya çıktı: “Önümüzdeki yıldan itibaren L.A.Lisesi mezunları garanti kapsamındadır.” Buradaki “ürün” Los Angeles Birleşik Okul Birliğine ait 640.000 öğrenciden başkası değildir. Mezun olmalarıyla, işverenlere iş dünyasının gerektirdiği temel becerilere sahip olduklarının garantisi veriliyor. Eğer ilanda belirtildiği gibi, gereken temel becerilere ulaşamıyorlarsa okul tarafından tamamlama eğitimine alınmak üzere geri çağrılacaklardır.
Şu andaki eğitim reformu söylemi açısından bakarsak bizi en çok şok eden şey, öğrencilerin, bu şekilde garanti kapsamına alınmalarına hiç de şaşırmamalarıdır. Ürün ya da “insan kaynağı” olarak “öğrenci”, eğitim ve işbaşı eğitimi yoluyla Almanlar ya da Japonlar ile olan rekabetimizde bizi başarıya götürecek süreç olarak görülmektedir. Bu kavramlar eğitimin olmazsa olmaz unsurları olarak sunulmaktadır. Bu görüşün savunucuları okul bütçelerini azaltan, okulları kapatan ya da adaletsizlikleri hoşgören kişilerle zıtlaşmaktadırlar. Eskiden insanlar çocuklarının ya da kendilerinin eğitimlerinin gelecekteki işlerinden daha önemli olduğunu söylerdi. Ancak şimdilerde bu konular konuşulmamaktadır bile...
Bugünlerde sözü edilen “verimlilik (etkililik) kültü” eğitimcilerimiz tarafından yüksek sesle kınanmaktadır. Bunun nedeni genellikle bu tür bir eğitimin demokratik ve sosyal değerleri örseleyici bir işlev görmesi ve eğitimin en temeldeki amacının geri planda kaldığının düşünülmesidir. Bu eleştirinin amacı; eğitimi birbirine bağlı ve eşit davranan bir topluluk yaratma amacını gerçekleştirmek için bu tür sığlıklara karşı savunmak, şeklinde anlaşılabilir. Böyle bir hareketin doğru kulvarda ilerlediğinde hemfikir olsam da, bu eleştiri eğitim deneyimini, içerdiği zengin içerikten soyutlamak etkisini göstermektedir. Bunu göstermek için tartışmayı birçok kişinin eski moda, dar kafalılık olarak düşündüğü bir yöne çekmek istiyorum. Bu da eğitimin kendisinden başka hiçbir şeyle açıklanamaz olmasıdır; diğer bir deyişle eğitimin içsel olarak tek başına değerli olduğu düşüncesidir. Bu ne ekonomik refahın ne toplumun ne de demokrasinin önemli olmadığı anlamına gelmez. Bu sadece en azından eğitimin bir bölümünün, ürettiği ürünler, yetiştirdiği insanlardan dolayı değil sadece kendine özgü nedenlerden dolayı değerli olduğunun vurgulanmasıdır. Ama aynı zamanda bu, böyle bir bakış açısını kaybetme noktasında olduğumuzu da gösterir. En azından buna gereksinimimiz gittikçe daha artmaktadır. Ancak bu görüş idealistik, daha kötüsü reaksiyoner olarak adlandırılma tehlikesi olmaksızın politik bağlamda nasıl dile getirilebilir ?
Benim bu soruya yanıtım, karşılıklı diyalogu temel alan bir hümanizm oluşturmaya yöneliktir. Bunun temellerini Hans-Georg Gadamer’in felsefi hermeneutiğinde buluyoruz, ki bu, eski bir eğitim idealinin yeni savunusudur. Gadamer’in yazıları eğitimi yalnızca “yararcı” açıdan görenlere yöneliktir. Ayrıca Gadamer, eğitimi kendi özel (ya da kollektif) amaçlarımıza hizmet eder bir sistem olarak gördüğümüzde - bu amaçlar ister iyi isterse kötü olsun - işin esasını kaçırdığımızı söyler. Aynı bakış açısıyla, eğitimin bizi kullandığını söylemek daha doğru olur. Sonuç olarak, eğitimi olması gereken yörüngeden çıkardığımızda, eğitim bizim elimizden kaçar.
Gadamer’e göre, bir insanı ya da metni “anlama” tümüyle yoruma dayalıdır. Her ne olursa olsun “anlama” Heidegger’in söylediği gibi “hermeneutik döngü” içinde gerçekleşir. Bu, Formal Mantık tarafından eleştirilen kısır bir döngü değildir. Herhangi bir anlama durumu için bir ön koşuldur; bu döngü üretkendir. Bir okuma metninden anlam çıkartmak için her zaman bütünden parçaya gidilir. “Bütün” denilen; metnin yazıldığı dil, bağlı olduğu edebi akım, tarihi dönem, yazarın yaşam koşulları, vb. olabilir. Bu “bütün”, “parça”nın üzerinde olduğu zemindir. Sözcükler, yazarın yaşamının bir kesiti, vb. ise parçayı oluşturur. Bize yardımcı olan bir başka benzer konu da, bir cümlede muğlak bir sözcüğü anlamakla ilgilidir. Eğer sözcüğün anlamı açık değilse, anlamı daha geniş bir çerçeve içinde aranır. Parçanın (sözcük) yeni öğrenilen anlamı bütünün (cümle) anlamını destekleyecek şekilde değişir. Hiçbirşey bu bütün-parça çevriminin dışında kalmaz; sözlükler bile sözcükleri diğer sözcüklerle bağdaştıran yapıtlardır.
Gadamer, Orta Çağda İncil’in açıklanmasına kadar giden bu eski yorumlama geleneğini almış ve sadece kutsal metinlerin yorumlamasıyla sınırlı bırakmamıştır. Bu bütünden parçaya giden temel yapının, herşeyi –bu; ister bir metin, ister bir doğal olay, ister bir insan olsun – anlamaya yönelik olduğunu savlamaktadır. İnsanlar arasındaki karşılıklı anlama ile İncil açıklamaları geleneği arasında en azından bir ortak nokta bulunmaktadır. Potansiyel olarak verimli bir yorumlama döngüsü oluşturmak için kişi metne ya da insana belli bir cömertlikle yaklaşmalı ve ona geçici bir gerçeklik tanımalıdır. Eğer metin ya da insan yanlış olarak biliniyorsa çok farklı bir anlama türü doğar; kişi söylenen gerçekliğe itibar etmez, bunun yerine, yanlışlığın nedenlerine, “söyleyenin” amaçlarına, vb. odaklanır; geçici gerçeklik varsayımı, yorumlayıcıyı, olayın kendisinden konunun özünden uzaklaştırır. Bu durumda metin ya da insan anlama döngüsünü oluşturamaz. Bunun yerine, yazılan ya da söylenen şey için yorumcunun kendi yargısı ve önyargısı oluşur.
Gadamer bu durumun anlamayı engellediğini söylemektedir. Bir araştırma ne kadar zor olursa olsun, eğer kişi gerçekten anlamak istiyorsa ön yargılarını bir kenara bırakmalı, metne ya da insana doğruluk yüklemeli ve hiç olmazsa en başta başkalarına karşı açık olmalıdır. Ancak bu, kişinin kendi yargılarını yok etmesi anlamına gelmez, aksine, Gadamer kişinin başka birşeyi yargılarken tarafsız olması gerektiğini söylemeye çalışmaktadır. Gerçekten de Gadamer’e göre “anlama” başka birisi tarafından tamamen boyunduruk altına alınma, demek değildir. Yorumlama, kişinin kendi görüşlerini elinden geldiğince kullanarak metne ya da insana yönelik tavırlarında açık olmasıyla sağlanır.
Kişi hem diğerinin iddialarına açık hem de kendi yargıları konusunda sessiz ve unutkan değilse, bu hassas ve güç dengeyi nasıl sağlaması gerekir ? Gadamer bu durumu, iyi ruh ve kötü ruh arasındaki bir diyalogla betimler. Bu diyalog bir oyuna benzer. Buradaki normatif otoritenin (oyun), tek tek oyuncular üzerinde önceliği vardır. Oyun ne kadar vahşi ve ne kadar zorlu olursa olsun, oyun dünyasına girerken oyuncular kendi öznel ilgilerini bırakıp oyuna odaklanırlar. Oyun, idareyi eline alır; oyuncuların efendisi olur. Ama varoluşu da oyuncular sayesindedir. Gerçekte;
Bu oyun, kendine özgü dinamiklere sahip bir bilinç etkinliğinin çekiciliğine sahiptir. Oyuncular büyük bir ciddiyetle katıldığında oyun sürer. Yalnızca oyuncu olan biri ciddi olmayan birisi karşısında uzun süre tutunamaz ve böylece oyunu da oynayamazlar.
Söylendiği gibi oyun hem kendi üzerinde hem de oyuncular üzerinde bir otoriteye sahiptir. Bir paradoks gibi görünebilir ama emin olunuz ki, oyuncular oyunu oynamaktadır. Bazen, biri kendini oyuna bütünüyle vermez; yanlış bir tarafta olmanın hatalı varsayımıdır bu; birlikte yorumlamanın kıyısında dolanan hayaller birinden diğerine adım adım geçer... Ama biri ön-kavrayışı yeniden sürdürmelidir ve bunu kesinlikle yapmalıdır; böylece gerçek iddianın özü eş zamanlı olarak açılırken diğeri ise önyargılarının riskini yaşar.
Gadamer bu oyun olayının ontolojik açıklamaya bir anahtar oluşturduğunu düşünüyor. Yorumlayıcı diyalogda “hermeneutik anlama” nesnesiyle birlikte varolur. Diğer bir deyişle, yorumlayıcı bilincin yargıları, nesnenin yargılarıyla beraber oyuna katılınca ortak bir yaşam dili ortaya çıkmaktadır. Bu sembolik buluşma alanı Hegel’in “tin” diye bildirdiği şeydir. Bu “tin” kendisini “kültür” yoluyla tanır. David Ingram bu süreci şöyle tanımlıyor:
Gadamer kültürü, yorumlayıcının ve geleneğin daha üst düzeyde bir evrende buluştukları sürekli bir füzyon olarak tanımlıyor. Bu füzyon hem geleneğin mesajına ulaşmada yorumcunun dargörüşlü yargılarını engeller, hem de anakronizmleri ortadan kaldırır. İkili bir yadsımanın sonuçlarının iptaline ilişkin bir harekete bağlı olarak hem yorumlayıcının hem de geleneğin değiştirilmesi sözkonusudur.
Hegel’den farklı olarak Gadamer, “tin”in kendini bilmesi demek olan mutlak bilgiyi bir son durum olarak varsaymaz. Onun deneyim kavramı Hegel’inkinden daha açık uçludur; devam eden aşamalarda kendini geliştirmez, bunun yerine kendini yeni deneyimlere daha açık bir duruma getirir. Bu Gadamer için eğitimin gerçek anlamıdır. Kültür, hiç bitmeyen bir açıklık süreci, geleceğin sürekli bir füzyonudur. Bu da, ideal öğrenmenin hiç bitmeyeceği bir diyalogla gerçekleşir.
Gadamer “Gerçek ve Yöntem” adlı kitabının sonsözünde, “sürekli bir diyalog hiçbir zaman bir bitişe izin vermez; son sözü söylemesi gerektiğini düşünen kişi, iletişim becerisi zayıf bir hermeneutistiktir” diyor. Gerçekten eğitimli bir hermeneutistik, kesinlikle dogmatik olmayan birdir ve “deneyim”in yalnızca deneyimin kendisinde olduğu düşüncesine her zaman açık bir kişidir. Böyle bir kişi eğitimin diğer insanlarla olan ilişkiden geçtiğini bilir ve kendisini buna her zaman açık tutar. Eğitimli kişi diyaloga o kadar açıktır ki, sadece başka birinin olması bile onun önyargılarını kırar ve bakış açısını geliştirir.
Gadamer kültür kavramını daha somutlaştırmak için bunun, yorumcu ve gelenek arasında geçen bir diyalog olduğunu söylüyor. Öğretmen ve öğrenci gibi bireylerin her durumda bir tür alış-veriş ilişkisi içinde olması gerektiğini söylemiyor. Tarihsel bir konuyu paylaşmak, kişinin, geleneği birinin ya da diğerinin fikri olarak algılaması anlamına gelmemektedir. Dilde oluşan bu gelenek; yapıcı, gözden geçirici ve koruyucu diyalog, “kültür”ü ortaya çıkartmaktadır. Bu da felsefi hermeneutiğin normatif boyutunu oluşturur.
Başkası hakkında deneyim sahibi olmanın ilk çeşidini Gadamer “insan doğası hakkında bilgi” olarak tanımlıyor. Bu aşamada kişi çevresindeki kişilerin belirgin davranışlarını keşfeder ve bunları başkalarına geneller. Davranışsal ve bilişsel psikolojideki soyutlama ve tipleme projeleri buna örnek gösterilebilir. Buna yön veren varsayım, davranışın yönlendirilebilir olmasıdır. Felsefi hermeneutik açısından bakılırsa bu durum soyut deontolojik anlam açısından yanlış değildir. Diğer birçok eğitimci ile birlikte Gadamer böyle bir genellemenin ahlaki açıdan yanlış olduğunu söylemek istiyor. Ancak ister ahlaki olarak yanlış olsun ister anlamayı engellesin bu, sorgulanması gereken pedagojik bir durumdur.
İkinci tip deneyim ise istatistiksel “insan doğası bilgisi” konusunda bir ilerlemeye işaret etmektir; en azından başkası kendi başına bir kişi olarak algılanır. Bu, Kantçı algılamada başka bir şey ifade etmekten çok kendi içinde bir amaç olarak görülür. Ancak bu, diğer kişinin savına mesafeli durmaktır, çünkü biri diğerinin kendi varoluşunun derinliklerini zaten bildiğini düşünür. Bu aşağı yukarı yorumlama hedefi olan birinin diğerinin niyetlerini anlamaya çalıştığı bir durum olarak, tarihi ve biyografik yazılarda yapılmaktadır.
Hermeneutik kavrayışın en üst biçimi, insan doğasının istatistiksel bilgisinin aşırı nesnelleştirilmesinden ve empatik ya da tarihi bilincin aşırı öznelleştirilmesinden kaçınır. Gadamer bu diyalogu ve onun “açıklık yapısı”nı, Platon’un diyalektiği ve onun tanımlamış olduğu gerçeğin otantik ve otantik olmayan açıklanışı arasındaki ayırım üzerine oluşturmuştur. Bunlardan ikincisi konuya ait samimi sorular sorma yoluyla yapılır; kişiler birbirlerini aldatma peşinde değildir (Diyalektik sanatını kullanan birisi, büyük olasılıkla, bu alışverişi seyredenlerin gözünde daha kötü bir duruma düşer). Hermeneutik döngü, geleneğin canlı bir görünümüdür. Yönelinen konu ve kişi üzerine ilk bilgi ve önyargılarla, bu bilgi ve önyargıların kendilerinden başka bir şeye dönüştükleri durum arasındaki alışveriş bir diyalog olarak tanımlanabilir.
Karşılıklı konuşan kişilerden beklenen şey, açıklık davranışıdır. Bu, Sokrates’in “öğrenilen cahillik” kavramına benzetilebilir. Bu şekilde bir diyalog ile hem kendinin hem de karşıdakinin sınırlılıkları ve eksiklikleri belirlenebilir. Sorular sorarak karşıdakinin, bilmediği bilinir; ki bu kuşkunun en olumsuz boyutudur. Tam bu nokta kişinin ve karşısındakinin karşılıklı olarak birbirlerini tanımaya başladığı noktadır.
Bir diyalogda ortak bir anlaşma noktasına varmak, bireylerin tam bir anlaşmaya hazır olduklarını gösterir. Ortak bir dil ve yargı’ya karşılıklı olarak fikirlerin açıklanmasıyla varılır.
Ortak bir dilin belirmesi “Logos”tan başka bir şey değildir; ne benimdir ne de senin, öznel düşüncelerin uzağındadır; hatta tartışmada lider olan kişi daima cahil kalan taraftır.
Ortak bir dille varılan böyle bir diyalog sadece bizim değil, diğer tarafın da üstesinden gelen daha üst bir evrensellik oluşturur. Bu bitmeyen üstesinden gelme bir kültür sürecidir; burada otonom öznelerin yaptığı bir şey yoktur, daha çok onlarla birlikte olan bir şey vardır. Kendimizi diyalogun içinde buluruz ve orada rastgele sürükleniriz.
Ya anlarız ya da anlayamayız. Karşılıklı konuşmanın kendine özgü bir ruhu vardır ve bu dil kendi doğrusunu içinde taşır; varolan şeyin çıkmasına neden olur.
Bir bakıma bizi etkileyen şeydir kültür... Gadamer’in felsefi hermenetuiğini sıkı kurallar koyan bir sistem olarak tanımlamak doğru olmaz; bireylerin bağlı kalması uygun olabilecek bir davranış bütünü olarak görülmemelidir (Bu, Habermas’ın iletişimsel etik ve Gadamer’in felsefi hermeneutiği arasındaki ahenkli bir farktır). Bunu, Hegel’dekinden farklı bir ereksel bir yapı olarak adlandırmak daha doğru olacaktır. Ancak bunun hiçbir garantisi ve rasyonel açıklaması yoktur. Üstelik Gadamer garantisizlik durumunu olumlu bir tehlike olarak görmektedir. Çünkü bu tehlike pratik aklı marjinalleştirmekte ve sonuç olarak “kültür” olasılığını yani teknolojiyi tehdit etmektedir. Gerçekten de Gadamer hermeneutiğin temel görevini teknolojinin nesnel dünyasını bizim varoluşumuzun temel nitelikleriyle bağdaştırmaya çalışmak olarak açıklamaktadır. Heidegger’i takiben Gadamer, modern teknolojiyi en büyük tehlike olarak görüyor.
Bilimsel bilginin retoriği ve aktarımı form açısından tek yönlüdür; her ikisi de hermeneutik dengelenmeye gerek duyar ve bu da diyalog yoluyla olur. Pratik ve politik akıl da bu diyalog yoluyla gerçekleştirilip yayılabilir. Bana göre felsefenin en önemli görevi aklın bu yönünü doğrulmak ve bilim üzerine kurulu olan teknolojinin otoritesine karşı pratik ve politik aklı savunmaktır. Bu vatandaşın en kutsal görevi olan karar verme hakkını korur.
Gerçek ve Yöntem adlı çalışmasında Gadamer, bir sanatçının eserini ortaya koymak için bir imgeyi örnek aldığı “techne”den hermeneutik kavramayı ayırmakta zorlanıyor. Teknolojik düşüncede örnek alınan imge – öz – gizlidir; ve anlaşılmaya direnir. Güçlü bir yönteme sahip olmak, yaşamın her alanında etkilidir. Kamuoyu teknik manipülasyona eğilimlidir. Gadamer asıl sorunun uygarlığımızla karşı karşıya gelmek olduğunu söylemektedir.
Bu tehlikeyi göstermek için Gadamer oldukça basit bir akıl deneyi yapar: ideal bir Teknikbilimci veya Fenbilimci hayal edin – bu bir tür sosyal teorik Placian şeytanı olsun. – Böyle bir yaratık sosyal mühendislik tekniklerini kullanarak kapsamlı bir toplum kuramı oluşturmaktadır. Fakat bu Fen bilimcinin ona açık olan teknik olasılıklar arasında en akılcı seçenekleri seçeceğinden emin olamayız. Çünkü Aristoteles’in Platon’u eleştirisinde olduğu gibi phronosis (pratik aklın gerçekleştiği düzlem) gerçekten işe yarayacak bir techne değildir. Ne öğretilebilir ne öğrenilebilir, ne de programlanabilir. Fakat bu, bir tür bilmedir; sadece somut durumlarla ilgilenir, sayıların insan yaşamı için ne demek olduğunu belirler.
Bu “belirleyiş” birey yargısının serbest yanını gösterir – hermeneutik anlama döngüsünü kullanarak sosyal yaşamda evrensel ve yerel olanı somutlaştırıp arabuluculuk yapma yeteneği – bu katılımcı demokrasinin de sahip olduğu bir değerdir. Burada problem kamuoyu fikrinde olduğu gibi, yargı alanının, kamu yaşamının sosyal uzmanlar tarafından planlanırken daralmasıdır. Bu uzmanlar gitgide daha fazla, varolanı somutlaştırmaya ve sıradanlaştırmaya çalışmaktadırlar. Sözgelimi ortalama vatandaşın siyasete katılımı gittikçe daha az anlamlı bir duruma gelen seçimlerde oy vermekle sınırlandırılmaktadır. Bireyler anketler için birer data olmaktan ileri gidememektedir.
Tüm bunlar oldukça disütopya görülebilir, ancak Gadamer “kültür”ün vatandaşların diyalogsal zenginleşmeleri ile ayakta duran veya yıkılan “asil” demokratik örgütleri geliştirebildiği olasılığını da gözönünde tutmaktadır. Ancak bunları nasıl anlamamız gerektiği konusunda pek bir şey söylememektedir. Belki yurttaşlık eğitimi yalanından vazgeçilebilir; demokrasi için eğitim değil ancak hem demokrasi hem de eğitimin kendi yararı için demokrasinin en iyi olduğu şeylerden biri olarak gerçek eğitimin yapılmasına olanak tanınması gerekir.

***
“Educatıon As The Normatıve Dımensıon of Phılosophıcal Hermeneutıcs”
1993 Phılosophy of Educatıon

***

Referans: Blacker, David. (2004). “Felsefi Hermeneutiğin Normatif Boyutu Olarak Eğitim”, Felsefece Sanat Tarih Politika Dergisi, (Çeviren: Bülent Akdağ), 1: 1, 15 Ocak-15 Şubat, İstanbul. (David Blacker, “Educatıon As The Normatıve Dımensıon of Phılosophıcal Hermeneutıcs”, University of Illinois, Urbana-Champaign, Phılosophy of Educatıon, 1993), s.44-48.

Hiç yorum yok: