3 Eylül 2009 Perşembe

Felsefeci Dergisi Üzerine Dr.Bülent Akdağ İle Söyleşi



- Felsefeci Dergisinin amacı nedir ?

B.A. : Öncelikle bir konuya açıklık getirmekte fayda var. O da şu: Felsefe genel olarak toplumdan kopuk soyut fikirler topluluğu olarak anlaşılmaktadır. Sanki felsefe üretenler bir toplumda yaşamıyor, sanki sorguladıkları problemleri içinde yaşadıkları sosyal yaşamdan edinmiyorlar da kendi başlarına oturup bir köşeye kavramlarla uğraşıyorlar. Oysa biraz böyle değil galiba, artık bunu kavramak gerekir. Yani Nietzsche immoralistse bunu Almanya toplumunun o dönemdeki kültürel yapısı içine oturtmak gerekir. Kant, aklın eleştirisini yapıyorsa bunu neden yaptığını da birlikte düşünmek gerekir. Yani Kant, tüm bir akıl ve insan tarihini sorgulamadan Aydınlanma makalesini herhalde yazamazdı. Felsefe, yaşamın ve insanın anlamını ortaya koyan bir bilme etkinliği. Dolayısıyla yaşamın bizzat yeniden üretilmesi ve değiştirme önerisi. Yargıları zorlayıcı değil elbette. Ama cezbedici. Herkes birşeyler arıyor. Herkes yaşamını şekillendirmeye çalışıyor. İşte bu olanağı felsefe sunuyor. İçinize değişme ve değiştirme tutkusu aşılıyor. Yaşamın dışında değil yani. Lise felsefe öğretimi – hatta üniversite felsefe eğitimi – ne yazık ki felsefeyi yeryüzüne indiremedi bir türlü. Sözgelimi filozoflar ele alınırken öğrenci o filozofun hangi dönemde yaşadığını, hangi sosyal ve ekonomik koşullarda o fikirleri ürettiğini bilemiyor ve zihninde somut bir görüntü oluşmuyor. Mevzuat uygun değil buna. Öğretmenler de özerk değil. Sanki yabancı bir dil ezberliyormuş gibi geliyor öğrenciye. Böyle olunca felsefeye karşı bir yabancılaşma ve soğukluk başlıyor. Üstelik felsefe eğitimi ve öğretimi konusunda şanslı sayılabileceğimiz bir kültürel coğrafyada yaşamamıza rağmen durum hiç de iç açıcı değil. Yanlış eğitim politikaları, yanlış kitap yazımları, öğretim teknikleri konusundaki geleneksellik, eleştiriye kapalılık gibi pek çok etken bu olumsuzluğu körüklemiştir.
Şimdi sorunuza gelirsek, Felsefeci Dergisi birinci planda felsefe öğretimi sorunlarının ele alındığı bir ilk olma özelliği taşıyor. Ancak yalnızca bununla sınırlı bir amacı da yok elbette. Özünde felsefi bir açılım sağlayabilecek düşünce üretimleri için de bir zemin oluşturma çabası taşıyor.

- Hedef kitle kimlerdir ?

B.A. : En başta felsefe öğretmenleri ve öğrencileri olmak üzere, felsefeye gönül verenlere ulaşmak çok iddialı olmaz herhalde. Özellikle felsefe öğretmenlerinin böyle bir oluşuma ihtiyaçları var. Çünkü gerçekten bu eğitim sistemi içinde özellikle onlar çok yalnız kaldılar. Sistem, felsefe derslerine hep üvey evlat gibi davrandı. Çünkü bu eğitim sistemi sanki biraz matematikçi, fenci ve ingilizceci gibi görünüyor. Hani biraz yumuşak konuşmaya çalışıyorum, bu branşlardaki öğretmen arkadaşlarımı üzmemek için. Onların bir sorumluluğu yok elbette. Sistem kendi zembereğini kurmuş ve zamanı gelince birileri için çalıyor işte. Ama tabi ki yanlış olan birşeyler var. Dershanelerde bile felsefe derslerine Türkçe öğretmenlerinin girdiğini biliyoruz. Ayrıca unutmamak gerekiyor, yıllarca da pekçok devlet okulunda Din dersi öğretmenleri girmişti felsefe derslerine. Uzatmayalım, dergiyi özellikle felsefe öğretmenleri ve felsefenin insan için önemini kavramış bireyler birlikte biryerlere taşıyabilirler.

- Derginin temin edilebileceği yerler nereleri ?

B.A. : Genel dağıtıma verilmiş değil. Elden ele dağıtılıyor işte. Temsilcilikler oluşuyor. Bulmak isteyen bir şekilde bulabiliyor. Felsefe öğretmenleri ve felsefeye gönül vermiş öğrenciler Felsefeyici’yi epeyce benimsemiş görünüyorlar. Abone oluyorlar, okuyorlar, yazmak istiyorlar. Bir süre sonra kitapevlerinde de bulmak mümkün olabilir sanıyorum ama bu biraz taleple ve nitelikle de ilgili olacak.

- Dergi fikri kimden çıktı ? Üstlendiğiniz görev nedir ?

B.A. : "Felsefeci" Ankara’da oluştu. Bir grup Felsefe öğretmeninin ortak çabasıyla şekillendi ve ikinci sayısı da yayınlandı. Pekçok dergide olduğu gibi özverili ve gönüllü bir emek sonucu çıkıyor. Benim üstlendiğim rol, İstanbul’da bir dergi gönüllüsü olarak çalışmak.

- İlk sayı eğitimi eleştiriyor. Siz nelerden memnun değilsiniz ? Amacınız nedir ?

B.A. : Eğitim bir çilingir anahtarı. Her sorunun çözüm yolu veya nedeni olarak eğitimin niteliğini öne sürüyoruz. Ancak ne yöneticilerimiz ne de eğitimcilerimiz eğitimin anlamı, yapısı ve teknik özellikleri konusunda yeterli birikime sahip görünmüyor. Bizde herşey geçiştirmeyle çözümleniyor. Günü kurtarmak çabası yani. Hala hedef davranışlar yazmaya çalışan bir eğitim sistemi. Sorun biraz da eğitimi nasıl tanımladığınızla ilgili. Eğitimi insan olanaklarının gerçekleştirilmesi olarak algılayamadık bir türlü. Elli altmış öğrenciyi doldurduğumuz dersliklerde herkesi ortalama insan yapmak uğruna aynı hedef davranışlarla biçimlendirmeye çalışıyoruz. Bir tür robotlaştırma. Oysa her birey tektir. Ve her bir öğrencinin gerçekleştirmesi gereken insan olma olanakları vardır. Bu unutuluyor. Marjinaller törpüleniyor ya da öteleniyor.
Diğer taraftan felsefe eğitimi özellikle liselerde yanlış yürütülüyor. Özgür düşünceyi anlatıyorsunuz ama duvarlar, sınırlar içindesiniz. Özgürce düşünebilmek yetmiyor, özgürlüğü yaşamak önemli. Okullarda bu yok. Demokratik ortamlar olmadan felsefe eğitimi çok zor. Felsefe öğretim programı tümden değişmeli. Araçlar, yöntem ve teknikler değişmeli. Okuma kültürü olmayan aile yapımız var. Topyekün silkinmeye ihtiyacımız var aslında. Okuma, günlük yaşamın zorunlu bir parçası haline gelemiyor bir türlü. Okumadan, nasıl düşüneceksiniz. Düşünemeyince, yaşamınızı nasıl sorgulayacaksınız. Düşünme yollarını bilmeden yaşayanlar da ya şiddete yöneliyorlar ya da eğlence kültürüne. Uzatmayalım, sonuçta, Felsefeci Dergisinde işte bu sorunları hepbirlikte sorgulayacağız.


***
25.03.2003
Referans: Bir Okul Dergisi için röportajdan.
Not: Felsefeci Dergisi 5. sayısını yayımladıktan sonra Felsefeciler Derneği bünyesinde Felsefe Yazın Dergisi olarak yeniden yapılanmış ve şu anda 14 sayı yayımlamış durumdadır.

2 Eylül 2009 Çarşamba

Çocuklar İçin Reklamlar, Anlamlar ve Tüketim Toplumu



Dr. Bülent AKDAĞ

Varoşlarda, dar sokaklı mahallerde insanların oturduğu evler, ışıklı reklam panoları için yalnızca bir arka fon durumundadır artık. İnsan unutulmuştur... Çünkü reklamlar başlamıştır... Herşey artık kendi başına bir değer olarak görülmez; yalnızca değişim değerine sahipse değerlidir; herşey değiştirilebilir duruma getirilmiştir. Yani satılabilir ve alınabilir duruma... Gereksinimini hissettiğiniz şey gerçekten bir gereksinim midir sizin için ? Yoksa yanılıyor musunuz ? Hiç düşündünüz mü bunu ? Çoğunlukla hayır. Sartre’ın Bulantı romanında deniz kıyısındaki taşların bir yüzünün rengarenk ve pırıl pırıl diğer yüzünün ise yosunlu ve pis olması gibi yansımaz herşey reklamlara. Reklamlarda gördükleriniz ve duyduklarınız gerçeğin anlamları mıdır ? İşte bunu çok da düşünemezsiniz. Çünkü reklam anlamlarınızı değiştiriverir.
Jöleler, rujlar, kozmetikler kimyasal yan etkileri olabilen ürünler olarak değil güzellik yaratan ürünler olarak sunulur. Otomobil reklamlarında aracın motorunun ne kadar benzin yaktığı ve havayı ne kadar kirlettiği iletilmez, bir kadın ve aşk figürü ile paketlenip sunulur size otomobil. Böylece birey sosyal benliğini kitle kültürünün tüketiminde gerçekleştirir. Artık o vardır; tüketen bir birey olarak vardır. Sahip olduğu anlamlar tüketim toplumunun bir parçasıdır bundan böyle.
Reklamın (Fr. Réclame) doğuş yeri olan Fransa’nın, hattâ Avrupa’nın en çok para kazanan reklamcısı, Frederic Beigbeder şöyle diyor: “Hedonizm (hazcılık) bir hümanizma değil, nakit akışıdır. Sloganı ise: Harcıyorum, öyleyse varım. Ama gereksinimler için kıskançlığı, acıyı, doyumsuzluğu körüklemek gerekiyor. İşte benim savaş gereçlerim bunlar. Hedefim ise sizsiniz.”
Antik Yunan mitolojisindeki Tanrılar bile ilan vermeyi hiç unutmazlar; çanlarla, çağrılarla kendilerini hatırlatırlarmış. Hatta Erasmus’un bir sözü vardır: “Kimse sizi övmüyorsa siz kendinizi övün”, yani reklamınızı yapın.
Reklamın işlevleri konusunda iki temel yaklaşımdan biri, reklamın, tüketicinin gereksinimlerini karşılayacak ürünlerle doğru ve sağlıklı şekilde tanışması eyleminden ibaret olduğudur. Diğeri ise, eleştirel bir yaklaşım getirir. Buna göre, kitle iletişim araçlarında sunulan mesajlar reklamını yaptıkları ürünlerin fayda-değerini sunmazlar. Ürünler tüketicilerin gerçek gereksinimlerine göre değil, ürünün kendi gereksinimlerine göre sunulur. Bu eleştirel yaklaşıma göre reklam, üretenler ile tüketenler arasında tek yönlü bir iletişimdir. Haliç Üniversitesi öğretim üyesi Dr. Yalçın Çetinkaya, Reklam ve Manipülasyon adlı kitabında, parasını ödeyerek iletişim araçlarını kiralayan reklamverenin, kiralama süresi içinde, bazı resmî sınırlamaların dışında, markasını tüketiciye belletebilmek için, istediği her yöntemi kullanabildiğini belirtiyor ve şöyle devam ediyor: “Reklamcının işi, ortalama bir insanın aklına gelmeyecek şeyleri bulup, onları bir mesaj diline dönüştürmektir. Reklamcı, peribacalarına şapka çıkartmak, dağları yerinden oynatmak, insanları havalandırmak gibi spektaküler gösterilerle izleyicinin dikkatini çeker ve dikkatlerin en yoğun olduğu noktada markayı söyler”.
Kapitalist ekonomik sistemlerin ilerlemesinde önemli etkisi bulunan reklamın M.Ö. 3000’li yıllara uzanan bir tarihsel evrimi olduğundan söz edilir. Özellikle II. Dünya Savaşı sonrası televizyonun büyük etkisiyle tüketim ekonomisinin birincil faktörü “reklam” olmuştur. 21.yy’ın başlarında dünya reklam pastasını elinde tutun Amerika, Avrupa ülkeleri ve Japonya’nın yıllık reklam harcamaları 200 milyar doların üzerindedir. Türkiye’de ise reklamcılık sektörü son yıllarda 1 milyar dolar civarında bir ciroya sahip durumdadır.
Televizyonun reklama etkisi konusunda çeşitli bilimsel araştırmalar yapılmaktadır. Gazi Üniversitesi’nden Doç. Dr. Nevin Şanlıer ve Dr. Melek Yaman tarafından Ankara’daki çeşitli ilköğretim okullarında okuyan, yaşları 7-14 arası olan toplam 300 öğrenci üzerinde yapılan “İlköğretim Okullarında Okuyan Öğrencilerin Televizyonda Yayınlanan Yiyecek ve İçecek Reklamlarından Etkilenme Durumu” başlıklı çalışmada, öğrencilerin %49.0’unun sürekli ya da bazen televizyonda yayınlanan yiyecek ve içecek reklamlarını izledikleri saptanmıştır.
İzlenen reklamların çoğunlukla müzikli, danslı ve hareketli reklamlar olduğu, en sevilen reklamların da kolalı içecek reklamları (%61.6) ile çikolata, gofret reklamları (%57.3) olduğu dikkat çekmektedir. Reklamı yapılan yiyecek-içecek konusunda ailelerin, öğretmenlerden daha çok çocuklarını uyardıkları gözlenmiştir. Öğrencilerin %36.7’sinin piyasaya yeni çıkan ürünü reklamı yapıldığı için, %29.7’sinin ise ürünü merak ettikleri için aldıkları saptanmıştır.

Şanlıer ve Yaman araştırma sonucunda şöyle diyor: “Reklamlar nüfusu çok genç olan ülkemizde, kültürel ve çevresel bozulmaya neden olarak toplum yaşantısını etkilemektedir. Bu nedenle geleceğimizi oluşturan çocuklara doğru, akılcı, düşünsel ve davranışsal açıdan geliştirecek, gerçeği yansıtan reklamların olmasında fayda vardır. Bunun için ise hem reklamcıların hem de bunları yayınlayan kanallara büyük görevler düşmektedir. İnsan sağlığı ve beslenmesi konusunda yapılacak kaliteli programlar ve reklamlar ile toplum bilinçlendirilmelidir”.
Uluslararası Reklamcılık Derneği (IAA) tarafından Gallup'a yaptırılan “Tüketici Alışkanlıkları” konulu bir araştırma, Türkiye’de insanların gelişmekte olan ülkeler arasında reklam konusunda yüksek bilince sahip olduğunu ortaya çıkarmış. Merkezi New York'ta bulunan ve 90 ülkede araştırmalar yapan ajansın; Azerbeycan, Türkiye, Kazakistan, Estonya, Romanya, Ukrayna ve Mısır gibi gelişmekte olan ülkelerde yaptığı araştırmadan ilginç sonuçlar çıkmış. Araştırmada, 14 ülke vatandaşına reklamların tüketici üzerindeki etkileri konusunda sorular sorulmuş. 11 başlıkta belirlenen sorulara tüketicilerin verdiği yanıtlar reklama en sıcak bakan tüketicilerin Mısır'da, en soğuk bakanların ise Rusya'da yaşadığını göstermiş. Türkiye’deki tüketiciler ise, reklamın tüketici tercihleri ve medya üzerindeki etkileri konusunda verdikleri dengeli yanıtlarla bilinçli tüketici imajı çizmişler. Yapılan araştırmadan çıkan en ilginç sonuç ise, Türkiye’deki reklamların tüketicilerin beklenti ve değişiklik gereksinimlerini karşılayamadığı yolundaki eğilim olmuş.
Gallup’un yaptığı araştırma sonucuna göre Türkiye’deki reklamların yetersiz olduğunu söylemek mümkün; ama toplumumuz reklam konusunda ne kadar bilinçli, tartışılır. Değerlerini, anlamlarını tüketim toplumu içinde bulan bir genç kuşak var önümüzde. Anne-babaların, öğretmenlerin verdikleri değerler, özelikle temel eğitim aşamasından itibaren değişmeye başlıyor. Anne-babanın ve öğretmenin etki gücü bu yaşlardan sonra gitgide azalıyor ve çevresel uyarıcılar öne çıkıyor. Bu etkinin büyük bölümünden artık medya sorumlu; ve diğer popüler kültür araçları. Bilindiği gibi medya “dördüncü kuvvet” niteliğini sürdürüyor. Kamuoyunun önüne geçiyor. Reklam da kendine bu düzlemde yer buluyor ve doğrudan bilinçaltına hükmediyor. Böylece, belleğimizde yer eden imgelere sahip olmaya çalışıyoruz. Çünkü bu görüntüler sıcak, mutlu, şatafatlı anlamlar sunuyor bizlere. Tükettiğinizde ise yeniden başa dönüveriyorsunuz. Reklamınız da hazırlanıveriyor o arada. Sonra tekrar, tekrar... Haydi çocuklar uyuyun artık, iyi reklamlar...